D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

ATATÜRK

A+A-

 

            Kitabın adı; “Atatürk’ün Uşağı İdim.” Kitabı anlatan, Cemal Granda. Yazıya döken Turhan Gürkan. Yayınevi, Hürriyet Yayınları. Yayın tarihi 1973. Benim elime geçtiği tarih, 26 Şubat 1977.

            Cemal Granda 3 Temmuz 1927 tarihinde Atatürk’ün hizmetine girdi. Bu tarihten, Atatürk’ün ölümüne dek on iki yıl geceli gündüzlü sofracı ve hizmetkâr olarak çalıştı. Çankaya köşkünde ve Dolmabahçe Sarayı’nda sabahlara dek süren sofra sohbetlerinin canlı tanığı oldu. Atatürk’ün mahremiyetine girip, en sevdiği hizmetkârlarından biri oldu.

            Kitabın girişinde, kitabı düzenleyen Turhan Gürkan şöyle diyor:

            “ Atatürk nasıl bir insandı? Yirmi dört saatini nasıl doldurur, ne yer, ne içerdi? Nasıl çalışır, ne zaman uyur, hangi arkadaşlarını üstün tutar, sakin ve sinirlilik zamanlarında ne yapar, kimlerle olmaktan hoşlanır, gezilere kimlerle çıkardı?

            Şakaları, öfkesi, sitemi, kuşkusu, sevgisi, nefreti nasıl olurdu? Hangi kitabı okur, hangi müziği dinler, hangi renkleri, mevsimleri sever, hangi içkiyi kullanırdı? Evlilik yılları çok kısa süren Atatürk’ün kadınlar karşısında tutumu neydi? Atatürk’ün yaşamına girmiş kadınlar var mıydı?

            Cumhuriyet’in ilk yıllarından ölümüne dek Atatürk’ün değindiği insanlar, Atatürk’ü ziyaret eden yabancı devlet adamları ve hükümdarlarla yapılan görüşmelerin kitaplara geçmemiş en gizli yönleri, Atatürk’ün manevi evlatları, Atatürk’e ilişkin bilinmeyen fıkralar ve birçok saklı kalmış gerçekler.”

            432 sayfalık kitap bir hamlede bitiyor; çünkü yakası açılmamış olaylar, sözler, davranışlar, buluşmalar ve daha birçok şey. 12 yıl Atatürk’ün en yakınında bulunmuş, onun sofrasını hazırlamış olan hizmetkârı Cemal Granda’nın anlatımı ve Turhan Gürkan’ın yazımıyla oluşmuş bir kitap, “Atatürk’ün Uşağı İdim.”

            Kitabın her bölümü ilginç! Bu ilginçliklerden biri de şudur:

            “Atatürk’ün bütün isteği özgür olmak, halkın arasında onlar gibi yaşamaktı. Halkın içinde şöyle bir koltuk meyhanesinde, dileğince içebilmek, onun için ne vazgeçilmez bir tutkuydu.

            Bir gün yine acı acı yakınarak şöyle demişti:

            “ Şöyle Karaköy’deki koltuk meyhanelerinde oturup, halkın arasında içmek, sonra aklına esince bastonunu alıp Avrupa’ya gitmek ne iyi olurdu. Bıktım bu resmi hayattan, törenli şekilde yaşamaktan. O meyhaneler şimdi duruyor mu acaba?”

            “Atatürk’ün bu protokollu yaşayıştan usanarak ara sıra kaçtığı da olurdu. Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda yalnız kalınca canı çok sıkılmış. Bir başına dolaşıp hava almak istemiş. Garaja telefon edip bir araba getirmelerini emretmiş. Şoför arabayla kapıya gelince de, çocuk gibi gizlice kapıdan çıkıp arabaya atlamış ve kimseye görünmeden Boğaz’a kadar gitmiş.”

            Buna benzer kaçışları çokmuş. Bir başkasını şöyle anlatıyor:

            “ Bir gece yine Dolmabahçe Sarayında herkes yattıktan sonra Atatürk yatağından çıkıp, bilinmeyen bir semte gitmiş. Olayı biraz geç farkeden o devrin valisi Muhittin Üstündağ, alarm zilini çalarak bütün sarayı ayağa kaldırdı. Saatlerce aramadık yer bırakmamışlar. Sonunda sabaha karşı Atatürk’ün izine rastlanmış. Kireçburnu’nda bir gazinoda olduğu tespit edilerek oraya gidilmiş. Vali bir de ne görsün? Deniz kenarında bir gazinoda cümbüşlü bir eğlence. Sabah olmak üzere. Atatürk, üzerinde gelişigüzel bir elbise, başında kasket, sabahçı kahvelerinden çevresine topladığı balıkçılarla omuz omuza vermiş Kasabiko ( hasapiko-  Birlikteliğin dansı) oynuyor.

            Keyfini bozan valiyi bir güzel paylayan Atatürk, “ Yahu, felekten şöyle bir gece çalıp keyfetmeğe, alelâde bir vatandaş gibi kendi başımıza eğlenmeğe kalktık, buna da sen engel oldun!” demiş.”

            Dolmabahçe Sarayı’ndan buna benzer başka kaçışlarının da olduğunu dile getiren Cemal Granda, onun yalnızlığına da temas ederek, Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün tabutunun başına toplanan ekabirler için de şunları söyler:

            “Beyler, paşalar, şimdi hepiniz geldiniz. Atatürk’ü bekliyorsunuz. Yıllarca onu iki cahil sofracının (biri kendisi, biri de Rıza adında başka bir sofracı) eline bıraktınız da şimdi mi geldiniz?”

            Sahi, Atatürk yalnız mıydı? 1933’ten sonraki hayatı nasıl (yalnızlıklar içinde mi)  geçmişti? İstiklal Savaşı’nı birlikte yaptığı Paşalar nerelerdeydi? Sofrasını kuşatanlar kimlerdi? Meclis açılırken Ankara’da olmayan devrin ileri gelen şair, yazar, yöneticileri; inkılâplar esnasında Ankara’yı neden mesken tutmuşlar ve ta baştan beri Ankara’ya destek veren ve İstiklâl Marşı’nı yazan Mehmet Akif neden “istenmeyen adam” olmuştu?

            Prof. Dr. Mete Tunçay’ın bir sözünü hatırlıyorum: “ Bize en yakın olan tarih, bize en uzak olan tarihtir.”

            “Tanrılaş gönlümde tanrılaş atam” diyen densizleri bırakalım da, adam gibi nesillerimize tarihimizi öğretelim, tanıtalım. İnsan fanidir, Baki olan ancak Allah’tır. İnsan ise zaaflarıyla maluldür.

            Ak Parti’nin açılımı, bana göre, “Bırakın, artık insan olan Atatürk’ü tanıyalım.”dır.

D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız