1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. BUNDAN SONRASINI FİRAVUNLAR DÜŞÜNSÜN
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

BUNDAN SONRASINI FİRAVUNLAR DÜŞÜNSÜN

A+A-

 

 

                27 Mayıs 1960’ta babalarımızı ağlattılar. 12 Eylül 1980’de bizler ağladık. 28 Şubat’ta da çocuklarımız gözyaşlarına boğuldular! Yahu bizler bu dünyaya ağlamak için mi geldik? Zihinler bulanık, gönüller titrek, ruhlar yorgun ve nesiller şaşkın! Yok yok, acziyetin ve mağduriyetin getirdiği zillete bürülü bir “sabır” değil, Müslümanların tam kişiliklerine uygun, izzetli bir duruş sergilemeleri ve sabrın tam anlamına uygun bir şekilde sabretmelerinin işte tam zamanıdır; çünkü hemen sonra şafak vaktidir.

                İslam âleminin ve onun motor gücü olan ülkemin, son asırda bu denli savruluşunu, bu toprakların insanlarının yapabileceği bir zulüm değildir. Bu parçalanış ve dağılış, içimizdeki beyinsizler ve dost zannettiğimiz hainler yüzündendir; ne var ki, halk olarak bunları bilemedik. Şimdi halklarımız olup bitenleri birazcık anlayabiliyorsa, bu, bizim lehimize bir gelişmedir.

                Sandıklar kurulmuş demokrasi adına, meğer hikâye imiş. “Özgürlük” denilmiş, baylar ve bayanların keyfine göre imiş. Halk mı, bu firavunlara kölelikten başka bir işe yaramazmış. Masallarla geçen bir ömür; az gittik uz gittik, bir arpa boyu yol alamamışız!

                1994 yılında Fransa’da öğretmendim. O dönem Türkiye’de yerel seçimler yapılıyordu. Bizler de Kuzey Afrikalı (Fas, Tunus, Cezayir) Müslümanlarla ortak bir camide buluşuyoruz. Seçimler sonucunda Tayyip Bey İstanbul’a başkan seçildi. Seçimin hemen eresi günü camiye gittiğimde, camide bir yoğunluk ve heyecanla karşılaştım. Abdest almak için şadırvana gittiğimde tanıdık bir Cezayirli gencin ağladığını ve beni görünce gözlerini silerek ve gülümseyerek bana doğru gelip boynuma sarılarak hüngür hüngür ağladığına şahit oldum!

                “Hayırdır, Abdullah” diyerek gözlerine baktım. Verdiği cevap beni tarihimin içine doğru savurdu gitti: “ Kapitolü (Başkent) aldık, duymadın mı?” Anlar gibi olsam da sordum:  “Hangi kapitol, nelerden söz ediyorsun?” dedim.

                “İstanbul’u, Hilafet Merkezi’ni aldık! Tayyip Erdogan, Hilafet Merkezi’nin başkanı oldu; buna sevinilmez, ağlanılmaz mı?” deyiverdi.

                Camiye girdim, camide adeta şölen vardı. Kurbanlar kesilmiş, şerbetler, hurmalar dağıtılıyor, dünya Müslümanlarınca ve herkes birbirleriyle musafaha ediyor, kucaklaşıyordu; “Hilafet Merkezi’ni” almanın sevinciyle. Bir asırdır öksüz ve yetim yaşayan Müslümanlar bir veliye, hayali de olsa, kavuşmanın sevincini paylaşıyorlardı.

                O gün bugündür yetim ve öksüz kalan Müslümanların kanları akıtılıyor, canları heder ediliyor, ırzlarına geçiliyor, toprakları talan ediliyor, vatanları dağıtılıyor, emekleri ve ürünleri sömürülüyor ve fakat “demokrasi” denilerek de üstüne kadeh kaldırılıyor ve yüzümüze karşı sırıtılıyor!

                Bizler, biz Müslümanlar, bu dünya firavunlarına köle olmaya, piramitlerine taş taşımaya mı geldik? Müslüman’ın en büyük özgürlüğü şehadetidir; bu duyguyu kaybettiğimizden mi yerlerde sürünüyoruz? Babalarımızı susturdular, çocuklarımızdan da Ahiret’i çaldılar; dolanıp duruyoruz çöllerde seraplar görerek! Bu firavunlara ve ülkemizdeki uzantılarına kul- köle de olsak, evlerini altından yapsak, yollarını gümüşten döşesek yine de bunlara yaranamayız; çünkü hâlâ içimizde iman nuru parlamaktadır. Bunların da en korktuğu ve tiksindiği şey, iman nurudur.

                Şu günlerde 28 Şubat’ın mahkeme safhası başlamış bulunuyor.  Allah aşkına bir bakınız, o günün anlı şanlı mütegallibe kodamanlarına,  şimdi ne durumdalar, ne kadar zavallı ve şaşkınlar! 28 Şubat’ın mağduru olarak Viyana seferine çıkan kızıma ve damadıma sordum bunları, ne dersiniz diye. “Vahşi’yi af eden bir Peygamber’in ümmetiyiz; imanımızı paylaşsınlar, kardeş olalım, ne diyebiliriz başka!” diye cevaplandırdılar. O zaman dedim ki onlara, babalarımızı susturdular, bizler konuşuyoruz, sizler yaşayacaksınız yavrularım! Şu da unutulmasın ki, haksıza merhamet, haklının hakkını gasp etmektir.

                Firavun, Musa gelmesin diye (değişik rivayetler var) iki yüz elli bin erkek çocuğu doğar doğmaz katletmişti. İbn Arabî, “ 250 bin erkek çocuğun gücünü- kuvvetini Allah, Musa’da topladı.” der. Özellikle seksenli, doksanlı yıllardan sonra dünya Müslümanlarının kanları, canları birikiyor, enerjiye dönüşüyor ve bu firavunların başına patlamak için sabırsızlanıyor. Tarihi süreci iyi okuyanlar ve kaderin izlerini iyi takip edenler bunu görebilirler.

                Zor fakat onurlu bir zamandan geçiyoruz. Onursuzluğun devlet şeklinde örgütlendiği bir dünyada, iman onurundan daha büyük ve değerli bir onur olamaz. Müslüman demek, zaten onurlu insan demek değil midir? Çünkü o, hayata Allah’ın nuruyla bakar ve olayları bu nurla değerlendirir.

                Olup biten detaylara fazla takılmadan, tarihin asıl damarını yakalamak için didinelim. Bu damar, “yenilgi, yenilgi büyüyen zaferler”le sonsuza, cennete uzanmaktadır. Nasılını ve niceliğini bilemiyorum, ama Medine’ler kaynıyor! Bundan sonrasını Mekke’deki ebu cehiller, Mısır’daki firavunlar ve tüm dünyadaki tağutlar düşünsün!

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız