1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. İNİLTİ TÜNELİNE GİRDİNİZ Mİ HİÇ?
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

İNİLTİ TÜNELİNE GİRDİNİZ Mİ HİÇ?

A+A-

Kelimelerin sıcaklığı kadar hiçbir şey ısıtmaz içimi ve yine onların soğukluğu kadar da hiçbir şey donduramaz yüreğimi. Kelimeler sürükler beni ardından; sürüklendiğim yerde bana dönük bir renk, eda, duruş varsa ben de orada kalakalırım öylece. Onlarla duygu ve düşüncelerimi paylaşırım, dost olurum. Bana dönük yüzleri yoksa bir an bile duramam yanlarında, sırra-kadem basarım. Dost kelimeler el ele tutuşurlar ve cümle denilen sihirli bileşimi vatan diye size sunarlar. Her kelime, düşünce adamını vatanına götüren bir araçtır.


İnsanın kendi serüveninden başka acaba dünyada bir serüven var mıdır? Veya serüven ormanına biz kendi aracımızla girerek mi “serüven” tanımı yapmaktayız? Uygarlık serüvenlerinin yeryüzüne kazınmış görüntüleri, gerçekten insanın birinci derecede meselesi midir? Uygarlıklar acaba, hakikat tepesinin erişilmez sanılan düzlüğüne tırmanma korkusu çeken insanların, bu korku nedeniyle yön değiştirerek, dünyaya saldırı girişimi midir?


Hangi çaplı insan yaşadığı çağın üvey oğlu değildir? Yaşadığınız çağın potansiyel kelimelerinin üzerine çıkarsanız, çağın aforozuna tabi tutulursunuz; çünkü her çağ kendi anlayışını/kelimelerini kutsar. Ne var ki, çağın ötelerine geçen her kelime, bir sperm gibi, geleceğin yumurtasını döller. Çaplı insanlar işte bu döllerin çocuklarıdır.


Şöyle bir göz atalım onların bazılarına:


Tolstoy:  Babası kont, annesi prensestir. Kocaman bir malikânede dünyaya gelmiştir. Ama hiçbir şey onu mutlu edemez, intihara kalkışır, fakat onu da başaramaz. Sonunda “basit, okumamış bir köylünün” ağzından öğrendiği “evrensel sevgi ve kardeşlik” görüşünden hareket ederek “Tolstoyanizm” denilebilecek “Anarşik Hıristiyanlık” kurallarına bağlanır, kendisine dayatılan bütün kuralları elinin tersiyle iterek. Evinden kaçarken (evinden ve kendisine dayatılan anlayışlardan) bir tren istasyonunda, 82 yaşındayken, zatürreden ölür. Bütün eserlerinde yaşamın anlayışsızlığı hâkimdir.


Dostoyevski: Fakir halkın ücretsiz olarak tedavi edildiği bir hastanede dünyaya gelir. İnsan hayatının sentezi olan acı ile ölümün birleştiği noktada nefes alır. Yoksul bir işçi evinde ölür. Sefalet içinde geçen elli altı yıl boyunca yoksulluk, hastalık (saralıydı) ve sıkıntılar hiçbir zaman peşini bırakmaz. Sibirya sürgünündeyken kurşuna dizilmekten son anda kurtulmuştur. Kumarbazdır. Romanlarındaki kahramanların hiçbirinin gerçek anlamda bir amacı yoktur. Dostoyevski’nin bütün trajik dünyası adeta bir tımarhane, bir deliler evi gibidir. Bu dünyadan beklediği hiçbir şey yoktur. Tolstoy’da büyük bir sorun olan ölüm, Dosto’da sara nöbetleriyle gelir. Kendi sara nöbetleri için şöyle der: “ Sizler, sağlıklı insanlar, saralı bir insanın sara nöbetinden bir an önce duyduğu o sonsuz haz duygusunu hiçbir zaman tahmin edemezsiniz.”
Kendini amaç edinmiş insanların dünyayla ilgili bir amaçlarının olmaması normaldir; çünkü onların yürüyüşü dışa dönük değil, içe dönüktür ve bu insanlar uygarlık tanrılarına “hayır” deseler de,  uygarlıklar tarafından da “tanrı” gibi bellenen insanlardır.

Van Gogh: Tanrılığa kalkışınca kendi içindeki insanı vurdu. Deli miydi? Belki de kulaklarını kendi elleriyle kestiği anda aklı, beynine sığmayacak kadar büyüktü! Yoksulluk içinde yaşadı. Ölünce eserlerine paha biçilemez oldu.


Beşir Fuad:  Otuz altısında “ölümün tadına varmak, onu denemek” için bileklerini kesti ve son anına kadar “ölümün tadını” kâğıda döktü. O, materyalizm’in bize hediyesiydi, intihar etti!


Dirilerin birbirlerini sevemediği ve anlayamadığı yerde mi ölüler gündem belirliyor? Bu insanlar intihar ederek kendi hayatlarını başkalarına harcatmamak mı istemişlerdir? Harcanan hayat, başkalarının elinde büzülerek çöpe atılan hayat mıdır? Bütün zaaflarına rağmen cins insanlar, uygarlık çöplüklerine itibar etmemişlerdir, canları pahasına da olsa.


Uygarlıklar sanki gökdelenlerle, yeni buluşlarla dünyaya ölüler bırakıyor! Bu ölüler arasında yaşamaktan dehşete düşen cins insanlar bunlardan kaçarak kendi içlerine sığınıyor. Bir anlık, çatının uçması mıdır intihar veya aklı göklere salıvermek? Dünyadakiler, insanın iç odasını açamayınca mı boğulma başlıyor dumandan? İç odamızın anahtarı nerede peki? Bütün arayışlar bu anahtarı bulmak için mi?


Çiçek bahçesine giren insan ister istemez gülümser. Karamsarlığımız, iç bahçemizin zemheri kışlarının dondurucu soğuğuna teslim oluşundan mıdır?


Uygarlık mezarlığında ruhları vurgun yemiş insanların ağızlarından kelimeler, bir yılan gibi, adeta sürünerek çıkıyor. Bu durum, yılan oynatıcıları için bir geçim kaynağı olabilir, ama ya ötekiler için? Oysa insanın ağzından kelimeler şükre bürünerek çıkmalı değil midir?
İçimizdeki sonsuza açılan kapılar kilitliyse her dünyevi dürtü bizi boğabilir. Gırtlaktan kelimeler çıkmıyorsa, hırıltılar meydanlara egemen olabilir. O zaman ya intihar, ya aklı yele vermek, ya da içmek… “kurtuluş” olarak el sallayabilir. Yahut gayb penceresini aralayarak derinden bir nefes almak!


İnsanlık tarihi, uygarlıklardan kaçarken yollara düşmüş cins kafaların bestelenmiş iniltileridir, denebilir. Evet, bestelenmiş iniltiler, anlamsız ve fakat derin ve acı yüklü. Uygarlıkları, Medeniyetlere inkılâp ettiren Peygamberlerin gayb örsünde dövülmüş kelimeleri ise, içimizdeki kilitlere anahtar hükmündedir.


İsteyen iniltilere sarar sözlerini, isteyen de iç kapılarını açarak muhteşem odalarında sonsuzluğun besteleriyle, nağmeleriyle mest olur.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız