1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. NECİP FAZIL HASRETİ İÇİMİZDE BÜYÜYOR
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

NECİP FAZIL HASRETİ İÇİMİZDE BÜYÜYOR

A+A-

Dün (26 Mayıs), Üstad necip Fazıl’ın ölümünün yirmi altıncı yılıydı. Mübarek naşını, mahşeri kalabalık, tekbirlerle Fatih Camii’nden alarak, eller üstünde Eyüp’teki sonsuzluk durağına sanki daha dün götürüyor gibi hafızamda duruyor. Üstad öldü, biz yetim kaldık. Tek tesellimiz, onun eserleridir; çünkü o, eserleri ve aksiyonuyla hep yaşayacaktır.
Üstad, muzdarip bir insandı; kendini arındırırken, toplumun tüm dertlerini de kendine dert edinmişti. Karanlık bir zaman diliminde (1904) dünyaya gelmesi, sanki Allah tarafından insanımıza bir ışık müjdesi gibi olmuştu. Düşünüyorum da, Necip Fazıl olmasaydı, bugün Türkiye bu durumda mı olurdu? Cevap tek kelimedir: Asla!
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”
Bu beyti, Efendisi Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle tanıştıktan sonra yazmıştır ve ondan önceki tüm hayatının adeta özeti gibidir. Kendisi tam otuz yaşındadır ve yepyeni bir dünyaya adımını atmıştır.
O, bireysel çilenin en onulmazını yaşayarak, adeta içindeki kömürleri elmasa dönüştürmüş ve geleceğin nesline paha biçilmez varlık elmasını armağan etmiştir. Arvasi’yi tanımadan önce de şöyle diyebilmektedir:
“Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi / Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi / Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.”
“Kaldırımlar” şiirini yazdığı zaman yirmi üç yaşındadır. Ona devrin büyük şairleri ( Ahmet Haşim, Yahya kemal, A. Hamit Tarhan gibi…) bu sesi nereden bulduğunu sorarlar. Gerçekten o zamana kadar Türk şiirinde böyle bir sese rastlanmaz. Bu sesi anlamamız için onun çocukluk yıllarını bilmemiz gerekmektedir.
Bir kere o sanatçı olarak doğdu. Ne var ki, fıtrat işlenmeden parlamıyor. Onun fıtratını işleyen en önemli şahsiyet, büyük babası Hilmi Efendidir. Ağır ceza reisliğinden emekli olan bu zat, uşaklar elinde gezinen torununa apayrı bir önem verir ve onu, Hz Ali cenklerinin yanısıra, Fuzuli divanları okuyarak büyütür. Babaannesi Zafer Hanım ise, bunun tam tersini yapar; Necip Fazıl’a Batı romanlarını okur. Zaten dört beş yaşlarında okuma yazmayı öğrenmiştir ve adeta roman okuma delisi olmuştur ( Pol Virjini, Pardayanlar… okuduğu kitaplardan bazılarıdır.)
Osmanlı’nın yıkılış günleridir. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı kapıdadır. Küçük Necip ise, beyninde Doğu ile Batı’yı sentezlemekte ve bunun çilesini daha o zamanlarda ruhunda duymaktadır. Büyük adamlar, çoğu zaman büyük heyelanların çocuklarıdır.
Bahriye Mektebi’nde Yahya kemal, Ahmet Hamdi Akseki gibi hocalarının yanında, İbrahim Aşkî Bey adında bir de edebiyat öğretmeni vardır ve onun tesiri daima üzerindedir. Bu öğretmeninin vermiş olduğu bir kitap, Necip Fazıl’ın hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Kitabın adı, “Semerat-ül Fuad- Gönül Verimleri”dir ve yazarı sarı Abdullah Efendi’dir. Kitap, tasavvuf içeriklidir. Otuz yaşlarında Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle karşılaşmasında ve ona teveccüh etmesinde, bu kitabın önemli katkısının olduğu kanaatindeyiz.
Sanat ve edebiyat dünyasında en ön saflardadır. “Sanat, sanat için mi, yoksa halk için mi?” gibi kısır döngü içinde süren tartışmalara yepyeni bir bakış açısı katar:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”
Bütün hayatına ve eserlerine bu anlayışı koymuş ve Türk gençliğine sonsuz bir yol açmıştır. O zamana kadar, aydın denilen insanların, gece sabahlara kadar içki sofralarında sarhoş kafalarla ürettikleri ne idüğü belirsiz bir sürü saçmalıklarına sanat dendiğini düşünürsek, Üstad’ın çıkışının ne anlama geldiğini daha iyi anlamış oluruz.
Necip Fazıl, hayatında belirlenen değil, hep belirleyen olmuştur. Diğer bir ifadeyle o, hayatın nesnesi değil, hep özne konumunda kalmıştır. Sürü değil, çobandı.
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” derken, ne denli bir cemiyet ruhu taşıdığı ortadadır.
“Gideriz, nur yolu izde gideriz / Taş bağırda, sular dizde gideriz
Bir gün akşam olur biz de gideriz / Kalır dudaklarda şarkımız bizim.”
Türkiye, tarihinin en derin labirentlerine doğru giderek hakikat arayışını çekinmeden ortaya koyabiliyorsa, bunun temelinde Necip Fazıl’ın mayası ve aksiyonu vardır.
O, başta “Sultan-ül Şuara- Şairler Sultanı” idi. Her konuda en yetkin kitapların yazarı idi. Belli bir sanat “poetika”sı vardı. Tarih tezi muhteşemdi. Ondan duyduklarımız ve ondan okuduklarımız bugün ayniyle gerçekleşmektedir. Sultan II. Abdülhamit’in “Kızıl Sultan”, Vahdettin’in “vatan haini” olmadığını ilk onun sesinden ve kaleminden duyduk. Bu ve buna benzer çıkışlarıyla zindandan zindana dolaştırıldı. Öldüğü zaman, Vahdettin’le ilgili yazmış olduğu bir kitaptan dolayı, kesinleşmiş 18 ay cezası vardı; ölmeseydi içeri girecekti. Hayatı, zindan ve meydan arasında gelip geçti.
Öldüğü zaman “boşluğu doldurulamaz” diyenlere, arkadaşı Osman Yüksel Serdengeçti : “Boşluk bırakmadı ki doldurulsun.” diyerek en güzel cevabı vermiştir.
“Nizamların nizamı olan düzen, iki heceli ve beş harfli bir isim taşır: İSLAM!..”
En önemli özelliği, Peygamber ve Allah dostlarının sevgisiyle dolu olmasıydı.
“Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı/ Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı.”
Hepimiz kaderimizin yolcuları değil miyiz?
Gençlerden ve hayatı anlamak isteyenlerden, onun yüz civarındaki eserlerinden hiç olmazsa, “O ve Ben, Babıali; Çile, Çöle İnen Nur…” adlı eserlerini okumalarını rica ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız
4 Yorum