740. Düğün gecesinde Mevlâna’yı anmak ve anlamak

D. Ali TAŞÇI

 

 

                Mevlâna 30 Eylül 1207 tarihinde, bugün Afganistan sınırları içinde bulunan Belh şehrinde dünyaya gelmiştir.  5-6 yaşlarındayken, babası Sultan’ül-Ulema’nın aile bireyleriyle birlikte Anadolu’ya göç etmesi sonucu Konya’ya yerleşerek 66 yıllık ömrünü burada tamamlamış ve 1273 yılında “Şeb-i Arus” dediği “düğün gecesi”yle Sevgilisi”ne kavuşmuştur. 800 yıldır sadece İslam âleminin değil, dünyanın gündeminde olması, eserlerinin –özellikle Mesnevi’nin- evrensel mesajlar sunmasına bağlanabilir. Bugün Amerika ve Avrupa’da en çok satan kitaplar listesinde Mesnevi’nin başı çekmesi, Mevlâna’nın söylemlerinin insanlığın ortak paydası olduğu gerçeğini yüzyıllar sonra tekrar gündeme getirmektedir.

Amacımız, onun hayatını sizlere anlatmak değil, özellikle günümüz dünyasında çok ihtiyaç duyduğumuz bazı fikir ve görüşlerini sizlerle paylaşmaktır. Yoksa okyanuslar kadar derin olan onun dünyasına girebilmek haddimiz değildir. Mevlâna olmadan derin sularda kulaç atılmaz çünkü.

Bir dostluk sohbetinde o, kendisini dinleyenlere, kendini şöyle açıklamıştı:

                “ Ben, bir pergel gibiyim. Bir ayağımla inançlarıma bağlıyım, öbür ayağımla da yetmiş iki   milleti dolanır, sarar, sarmalarım.”

Dünyadaki bütün insanlarla birlikte, el ele. Fakir-zengin; kadın-erkek; beyaz-kara… ne olursa olsun, hepsini sevmek, anlamak, saymak; hiçbir ayrılık gözetmemek. Yani “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek.” Mevlâna’nın bu pergel metaforu hayat algısının adeta bir şifresidir.

Mevlâna’nın tüm irşad (eğitim) sistemi bu anlayışa dayanır.

Mevlâna’da eğitim iki büyük kategoride ele alınmış: Bilimsel yaşamın eğitimi ve ruhsal hayatın eğitimi. Ona göre insan iki boyutludur, fizik (beden) ve ruh. Her ikisi aynı anda ve uygun metotlarla eğitilmezse insan eksik kalır ve yaratılış amacını gerçekleştiremez.

Bilimsel hayata ne kadar hâkim olduğunu anlamamız için onun hayatından şu hikâyecik önemlidir:

Bir Rum bilgin, yirmi yıl uğraşarak, araştırarak bir önemli kitabını bitirir ve bunu Mevlâna’ya hediye etmek ister. Mevlâna bunun ne kitabı olduğunu sorar. Bilgin, Doğuran hayvanlarla, yumurtlayan hayvanların bir bir çetelesini çıkardığını (bir nevi ansiklopedi) söyleyince, Mevlâna ona çok teşekkür ettikten sonra şöyle der: “ Evladım, şunu bilseydin bunca yıl zahmet çekmezdin; doğuran hayvanların kulakları dışarıdandır, yumurtlayan hayvanların kulakları ise içeridendir!” Bununla birlikte eserlerinde mikroptan ve hatta atomdan bahsettiği de görülür.

                Bu eğitimin formülü şöyledir:

  1. İnsanın kendi kendisiyle barışa varması, kendisiyle barışık olmasıdır. Bunu yapabilmesi için de kendini tanıması gerekir.
  2. İnsanın toplumla barışık olma zorunluluğudur. Kendini tanıyan insan, toplumu tanımakta zorlanmaz; çünkü toplum bireyleri de kendine benzemektedir.
  3. İnsanın Allah ile barışık yaşamayı öğrenmesidir.

Fakat ilmi pratikte kötüye kullanmanın zararını, bütün asırlara vecize olacak kudretiyle hicvetmektedir:

“ Kötü ahlaklı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer!” diyerek, her çağın adeta iyilik ve barış sözcüsü olmaktadır.

“Arayın arayın, bütün iş aramaktadır ve aradıklarını kullanmadadır. Cennetin mimarı bilim ve marifettedir, cehennemin mimarı ise cahilliktir.”

Onun hayatı anlaması ve algılaması içerisinde şu bakışı da çok önemlidir:

Ona, Mürşid’i Şems-i Tebrizi’den ne gördüğünü sorarlar; çünkü onu tanıdıktan sonra bütün hayatı değişmiştir. Cevabı, hayata bakışını özetler niteliktedir:

                “Ben Şems’i tanımadan önce üşüyünce giyinir ve ısınırdım; ama Şems’i tanıdıktan sonra şunu öğrendim; yeryüzünde bir tek üşüyen varlık varsa, ısınma hakkına sahip değilsin.  Eskiden açken çorba içer ve doyardım; ama şimdi hiçbir şey bana bir besin hazzı vermiyor; çünkü biliyorum ki açlar var. Bütün varlıkların üşümeleri ve açlıkları bana sirayet ediyor, ben onları hissediyorum!”

Varlığı bir bütün olarak gören bu evrensel bakış açısının yüzyıllardır bütün insanlığın dikkatini çekmesi elbette boşuna değildir. Ve hüküm cümlesini söyleyiverir:

“İbadet, evrenle bütünleşmektir!”

Mevlâna’da aşk ve insan sevgisi aşkındır. Kavganın, özünü tanımayan ve kabuğuna mahküm olan insanların işi olduğunu söyler. “Kavga” der, “Testiler arasında. Bunun adı renk, şekil ve durumdur. Kırın testileri, su birliğine ulaşacaksınız; sularda kavga yoktur.” Sudan kasıt, insanın ruhudur; ruh da Allah’ın bir nefhasıdır. Testi ise, vücut ve insanın dünyaya dönük yüzüdür. O terbiye edilmeden, ruhun emrine verilmeden insan eğitilmiş olmaz.”

Ondan biraz uzunca bir alıntı yapmak istiyorum:

“ Gel, gel, daha yakın gel; bu yol vuruculuk ne zamana kadar sürüp gidecek? Mademki sen, bensin, ben de senim, artık bu senlik ve benlik nedir? Biz Hakk’ın nuruyuz, Hakk’ın aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle, birbirimizle ne diye çekişip duruyoruz? Bir aydınlık, bir aydınlıktan ne diye, neden böyle kaçıyor? Biz hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücut halinde olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz. Aynı vücudun birer organı olduğumuz halde neden zenginler, yoksulları böyle hor görürler? Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye kendi sol elini hor görür? Her ikisi de mademki senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz ne demek? Haydi, şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendinde kaldıkça bir tozsun, bir zerresin, fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı bir ummansın, bir madensin.  Dünyada çeşitli diller, çeşitli lügatler var, fakat hepsinin de anlamı birdir.”

Mevlâna sadece söyleyen bir insan değil, aynı zamanda söylediklerini dolu dolu yaşayan bir büyük öğretmen, bir örnek şahsiyettir. Günlük hayatında davetlilerle; yani mevki, makam, servet sahibi kimselerle de görüşmekle birlikte, asıl yeri daima her kesimden halkın arası, halkın yanı, halkın içi olmuştur. Nitekim bir gün Konya’daki bir ev toplantısına katılan Mevlâna sedirlere, köşelere kurulup oturan varlıklı, devletli kimselerin aksine; ayakkabıların konulduğu eşiğe yakın bir yerde halkın, garip, yoksul kimselerin arasında oturur. Orada bulunanlardan kendisini beğenmiş bir tip, Mevlâna’yı kastederek:

“Meclislerin başköşesi acep neresi ola ki?” şeklinde bir soru ortaya atar. Mevlâna da:

“ Her meclisin başköşesi, halkın, fukaranın arasıdır!” cevabını verdikten sonra sözlerine şunları ekler:

“ Bilginlerin başköşesi sofanın ortasıdır. Ariflerin ba köşesi evin bir köşesidir. Sofilerin başköşesi sofanın kenarıdır.  Âşıkların başköşesi ise, dostun, sevgilinin kucağıdır!”

Başkasının emeğini sömürerek haksız kazanmak isteyenlere ağır sözler söyler:

“ Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin sırtına binme. Allah nimetine küfranda bulunan ister ki herkes kendisini yüklensin de mezara ölü götürür gibi götürsün.  Halkın boynuna binme ki ayaklarına illet inmesin, yükünü yalnız kendine yükle.”

Kadın hakkındaki görüşleri de her çağın üstünde bir anlayışı sergilemektedir.

“Allah kadını erkekle munis (yakın dost) olarak yarattı. Âdem nasıl olur da Havva’dan ayrı kalabilir? Kişi yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, hükmetme hususunda karısının esiridir. Gerçi görünüşte su ateşten üstün olduğu gibi, erkek kadından üstündür; ama gerçekten ona yenilmişsin sen, çünkü onu istemektesin. Görünüşte su ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş onu fıkır fıkır kaynatır. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek olursa, ateş o suyu yok eder, hava haline getirir.”

13. yüzyıldan itibaren dünya ne kadar değişirse değişsin, onun hayat ilkeleri değişmedi, değişmiyor. Toprak, su, hava, ateş nasıl değişmediyse sevgi, aşk, hoşgörü, yani insanlık ilkeleri de değişmiyor. İnsan bir diken tarlasına girince yüzünü somurtuyor, gül bahçesine girince ise gülümsüyor. Yüzümüze bir şamar gibi inen sert bakışlardan şeytandan kaçar gibi kaçışımız ve bir dost tebessümünün ardından ruhumuzun ince liflerindeki genleşme her çağda aynı görüntülenmiştir.

Mevlâna adına batılı birçok üniversitelerde kürsüler açılıyor, vakıflar kuruluyor, kitaplar yazılıyor, tartışmalar düzenleniyor. Bütün bunlar o bir şair, bir padişah, bir ermiş, bir büyük din adamı olduğu için değil, nefsinde yaşadığı evrensel gerçeği, her çağa yakışır ve uygulanır bir biçimde bugünlere ulaştırabildiği için böyle oluyor. O, yapmadığını söylemeyen, yaptıklarını ise akıl ve gönül testinden geçirerek insanlığa sunan evrensel bir insanlık modeliydi. Bunun için dün vardı, bugün var ve yarın da çoğalarak var olacaktır. Güneşin her sabah varlığı selamlaması gibi, Tebrizli Güneş’in ışıklarını, kendi dünyasında varlığa çevirerek insanlığa yansıtmasını başarmıştır.

Sonsuza kadar geçerli olan kurallar ve hiçbir zaman kural haline gelmemesi gereken alışkanlıklar vardır. Allah bize, bunların arasını ayırt etme gücü versin.