AH, ZİNCİRE VURULMUŞ İNSAN!

D. Ali TAŞÇI

 

            İnsan fıtrat üzere hür doğar, hâlbuki her yerde zincire vurulmuştur. Kendine yetecek yaşa gelinceye kadar anne ve babasının veya yakın çevresinin zincirlerine vurulmuştur. Erginlik çağından sonra da toplumun anlayışı, ahlâkı ve kurallarının zincirlerine vurulmuş olarak yaşar.

            Yeryüzünde zincirsiz dolaşan bir tek insana rastlayamazsınız; “sahip olma” duygusunun peşinden koşan insanların zincir şakırtıları, her çağda adeta müzik sesi olarak yankılanmıştır. İnsan, sahip olmaya çalıştığı şeyin tutsağıdır. Para kazanmaya çalışır, mesaisini ona harcar. Siyaset yapar, güç sevgisi onda depreşmiştir, gücün peşinden koşarken boynundaki ihtiras zincirleri şakırdar. Bir sevgiliye köle olur ve bundan derin bir haz duyar. Hayatın her anında, her safhasında isteklerimiz doğrultusunda hareket ettiğimiz için her istek, karşımıza bir pranga gibi durur ve bizi kendine kilitler.

            Birçok toplum, kuvvetlinin haklı oluşunu öne çıkarmaya çalışmıştır; “Kuvvetli daima haklıdır.” demiştir. Bu durumda, mademki kuvvetli haklıdır, o halde yapılacak şey daha kuvvetli olmanın çaresine bakmaktır, düşüncesi zihinlerde egemen olmuştur. Demokrasi, bir yerde yüzde elli birin gücüne teslim olmak, anlamına da gelebilir. O halde yüzde kırk dokuzun hayata egemen olması için daha güçlü olması gerekmektedir. Ya da yüzde elli bir, gücünü korumak için, gücüne güç katmak durumundadır. Güçler çatışmasının olduğu yerde entrikalar, darbeler, savaşlar asla eksik olmaz.

            Gücü kutsayan, güç toplamaya kalkışan birey veya toplum, başkalarının gücünü kısmadan bu işi götüremez. Anayasalar, genel tanımlamayla “toplumsal sözleşme” olarak adlandırılır. Fakat bu toplumsal sözleşmeyi, toplumun kendisi yapma gücüne sahip değildir, onun yerine birileri bu anayasayı hazırlar ve toplumun önüne koyar. Toplum da bunu kabul veya reddeder. Kabul ederken de, reddederken de kendi düşüncesini öne çıkararak bunu yapmaz, “güçlülerin” düşüncelerinin tesirinde kalarak buna “evet” veya “hayır” der. Ya da kendi menfaatlerine en uygun hangisi ise ona göre bir eğilim sergiler. Hangi durumda olursa olsun, sonunda zincirlerden kurtulamaz; çünkü menfaat kaygısı da zincirdir, hem de paslı zincir.

            “Haz” denilen ve insanı derin kuyulara çeken nefs çağrısı, insanın en büyük ve en kopmaz zinciridir. Savaş, istenen şey değildir, insan sakin yaşamaya daha çok düşkündür. İnsan zindanda da sakin yaşar, ama bu kadarı oradan memnun olmaya yeter mi? İnsanın zindanı sadece dört duvar arası mıdır? Çocukluktan itibaren almış olduğu “aile terbiyesi”, okullarda ona verilen “bilgi”, hayatta kazanmış olduğu tecrübe, alışkanlıklar ve duygular, kültür ve bağlı bulunduğu uygarlık… insanın zindanını oluşturamaz mı? Dünyayı kana bulayanlar çobanlar değil, üniversite mezunlarıdır. Asıl büyün zincir, zulüm zinciridir; her ne kadar mazlumun boğazına geçirilmeye çalışılsa da alında o, zalimin ruhunu esir eder. Dünyanın en kopmaz zincirleri, zalimlerin boyunlarında şakırdamaktadır; çünkü adil olmayan güç, sahibini boğar.

            İnsan yaradılıştan temiz doğar. Onu sonradan zalimliğe sevk eden, eşya ile olan ilişkileridir. İnsanın insanla olan saf münasebeti dostçadır; fakat eşya araya girer de münasebetler eşyaya endeksli olursa, işte orada savaş kaçınılmaz olur; çünkü insan bencildir. “Olmak” için çoğu zaman yaşamaz, “sahip olmak” için yaşar. Bu da onu savaştan savaşa sürükler.

            Bütün peygamberler ve onların getirdiği ilahi mesaj, insanın “olmak” için çaba göstermesi üzerinedir. Yaratılmış olduğu fıtratı bozarak hayata atılan insan, tıpkı atom bombası gibi orta yerde patlar ve büyük hasarlara yol açar. Atom patlayınca, nasıl ki madde özelliğini kaybediyorsa, fıtratını bozan insanın da “çürümeye” terk edilmesi ve etrafında bataklıklar oluşturması kaçınılmazdır. Bu, her sabah güneş doğar, her akşam batar, yasasından daha keskincedir.

            O zaman dünyada yapılacak olan ilk şey, bizzat insanın terbiye (eğitim) edilmesidir. Aceminin eline arabayı verirseniz onu uçurumdan aşağı yuvarlar. Terbiye / eğitim, insanın varlıktan bir parça olduğunun bilincine varabilmesidir. Akıllı bir insan, bilerek elini, kolunu, kulağını kesmez. Âlemde var olan her şeyde sen varsın ve her şey senden bir parçadır. Bu duygunun adı İRFANdır ve o olmadan, boynumuza vurulan hiçbir zinciri kırma gücümüz de yoktur, böyle bir duygu da bizde gelişmez.

            Zaman içinde savaşların seyri değişir ve başka metotlar deneyebilirler. Bazen vatandaşlarından hiçbirini öldürmeden de, bir devleti yok etmek kabildir ve bu en dehşetli olanıdır. Devletin tebaası bu durumu bilmez ve “özgür” yaşadığını sanır, oysa boynunda çok ağır zincirler vardır. Zihnen ve fikren yok edilen insanlar, saldırgan devleti ve onun kültürel yapısını adeta kutsar. Hayatının her evresinde o devletin izlerini taşımaktan büyük bir “memnunluk” duyar. Bu memnunluğun asıl adı “aşağılık kompleksi”dir. Toplumlarının köklerinden oluşan bir “yükselen değer” bulamayan devletler, vatandaşlarını başka toplumların “yükselen değer”lerinden kurtaramazlar ve bu bağımlılık içinde yok olup giderler, maddi olarak hiç savaşmadan. Asıl inkıraz da budur!

            Önümüzde kısmen bir anayasa oylaması vardır. Eğer bu anayasa, milletimizi “oldurmak” için bir çabanın ürünü ise “evet” diyebilirsiniz. Yok eğer, “sahip olmak” için kapı aralıyorsa, kapıyı kapatırsınız. Yalnız, anayasayı kişilere bağlı olarak düşünmek de garabettir; bugün var olan, yarın yoktur; aslolan zincirli bir anayasa mı, değil mi, ona bakmak gerekir. Bugüne kadar “İRFAN” adına hiçbir adım atmayan anayasaları düşünürsek, belki önümüzdeki anayasa “irfan”ımızı biraz hatırlar.

D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci