Anayasayı değil, anayasaları halk seçmelidir

D. Ali TAŞÇI

İman gayba olur. Gayb, beş duyuyla algılanamayan, zihinsel bir olgudur. Duyu organlarıyla algılanan şeye “iman et” denmez. Örneğin, elindeki kalemi gösterip, “ Bu kalemdir, inan!” denmez. “Bu kalemdir.” denilerek, karşıdakinin duyularına saygı gösterilir.

Fakat, “ Allah’a iman et, ahirete iman et.” denilir; çünkü Allah ve ahiret kavramları, beş duyuyla algılanamayan, devreye zorunlu olarak zihnin girmesini gerektiren kavramlardır.

Peygamberler, aklın tek başına tam olarak kavrayamayacağı “ gayb “ı insanlara bildirmişlerdir. Her şeye egemen olan bir Allah’tan ısrarla söz etmişler, ahiret denen ve ölümden sonra gidilecek mekandan haber vermişler ve ölümün son olmadığını söylemişlerdir.

Peygamberler bütün bunları, Allah’tan “ vahiy “ yoluyla almış oldukları ayetler aracılığıyla insanlara duyurmuşlardır. En son Hz. Muhammed ( AS ) Kur’an’la insanlığa seslenmiş ve Allah’ın diliyle “ Mülk Allah’ındır! “ demiştir. ( Malik’el mülk )

Burada iki şey ortaya çıkmaktadır:
Bir: İnsan “ gayb “a inanmayarak, zihninde Allah’a ve ahiret gününe yer vermez; inanmama özgürlüğü vardır. Gücün kendisinde olduğunu iddia ederek, hayatını da kendisinin yönlendirmesi gerektiğini savunur ve bu uğurda çaba sarfeder. Bunun felsefi karşılığı “sekülerizm", siyasi adı da “ laiklik" tir. Bir başka adı da “ Aklın egemenliği” dir.

İki: İnsan “ gayb “a inanarak, Allah’ı yaratıcı ve tek egemen güç olarak kabul eder. Evrenle birlikte dünyayı yaratan ve yaşanır kılan, yarattığı şeylere işleyiş yasası koyan mutlak güç sahibi O’dur. Ahiret denilen bir öte alem vardır. Ölüm yokoluş değil, yeniden ve ebedi varoluşun ilk adımıdır. Evreni, dünyayı ve kendini yaratanın koyduğu yasaları anlamayı, yine O’nun yarattığı akılla idrak etmeye çalışır. İnsan mutlak özgür değildir. Zaten ölümün olduğu yerde, mutlak özgürlükten söz etmek saçmalıktır. Kul, Allah’a karşı sorumludur. Ahiret sonsuz bir alemdir. Cennet-cehennem vardır. İyilik yapanlar cennete, kötülük işleyenlerse cehenneme gideceklerdir. Dünyada yaşarken, Allah’ın koymuş olduğu bireysel ve toplumsal yasalara uyanlar cennete, ( Evrenin yasalarına insan zaten zorunlu olarak uymak durumundadır; güneşin doğuşu engellenebilir, dünyanın dönüşü durdurulabilir mi? ) bu yasalara uymayanlarsa cehenneme gideceklerdir. Cennet mutluluk yeri, cehennemse azap mekanıdır.
İşte bunların tümüne “İslamiyet - Teslimiyet" denilmektedir.

Birinci grup insan, teslimiyeti kabul etmeyerek, aklın vahiyle olan ilişkisini de dışlamaktadır. Dolayısıyla kendi aklını "en üstün ve egemen" olarak algılamaktadır. Laiklik, aklın vahiyle ilişkisini kabul etmeyen ve vahyin getirdiklerini akıla kabul ettiremeyen siyasi bir anlayışın adı olarak karşımıza çıkmaktadır.

İkinci grup ise, evrenle birlikte dünyayı, dünyayla birlikte birey olarak insanı, insanların oluşturduğu toplumu; hatta ahiret kavramını ayrı ayrı görmemekte, her birini, bir diğerinin içinde ve tamamlayıcısı olarak algılamakta ve bu anlayışının adına “Tevhid “ demektedir. Namaz kılmak nasıl bir ibadet ve bireysel arınmaysa, zina etmemek, içki içmemek, rüşvet yememek… de hem bireysel, hem de toplumsal ibadet ve arınmadır. Birey çekirdektir, toplum ağaçtır; çekirdeksiz ağaç olabilir mi? Bireysel olarak arınanlar, “ Allah’ın mülkü”nde, vahyin ışığıyla da “devlet “i arındırarak toplumun felahını sağlamak ve ahirete salimen bir geçiş yapmak, onların imanlarının, yani varoluşlarının sebebidir. Bütün bunları, tek egemen güüç olan Allah’ın rızasını kazanmak ve ona layıkıyla kul olmak için yaparlar. Oysa, seküler anlayışta “ kul “ kavramı, en istenmeyen ve tiksindirici bir kavramdır.

Birinci grup, Allah’ı, hayatına karıştırmaz. Allah, hayatın içinde söz söyleyen biri değildir; O, miadını doldurmuş bir kocakarı gibi bir kenarda oturan ve olup bitenleri sadece seyretmekle yetinen biridir. Yapılacak olan hiçbir yasaya bir madde bile koyamaz. Peygamberiyle gönderdiği ayetler, zamana mağlup olmuştur ve dolayısıyla da Allah, zamanlar üstü bir varlık değildir.

İkinci grup için ise Allah, her şeydir. O, insanı ve bütün alemleri yaratan, yaşatan ve yönetendir. O’nu bir an unutmak bile en büyük gaflet, yani yokoluştur.

Birinci grup, Allah’ı işe karıştırmamanın adına “ laiklik “ demektedir. İkinci grup ise, bireysel ve toplumsal alanda Allah’ın karışmadığı hiçbir alan görmemekte ve bunun adına “teslimiyet" demektedir. Müslümanlara göre “Mülk Allah’ındır ve O, mülkünde tek söz sahibidir.”

Şimdi, her iki anlayışın bulunduğu yerde bir anayasa yapılmak istenmektedir. Yapılacak olan bu anayasada, Allah’ın emri olan başörtüsünün hak olarak yer alması, laikliğe aykırı bulunmaktadır. Laikler, bu anlayışlarıyla kendileriyle çelişmemektedirler; çünkü Allah, toplumsal düzene, yasalara karışamaz.

Peki, Allah’ı, Peygamberi, Kur’an’ı; kısacası Din’i, Hayatının her bir bölümünde olmazsa olmaz olarak gören Müslümanlar ne yapacaktır? Onların, kendileriyle çelişmeden yaşayacak oldukları bir yer olmayacak mıdır? Müslümana göre vatan, inancını ( imanını ), yani ruhunu kalıba dökebildiği yerdir.

Herkes kendi sitesini kurdu, kuruyor; Müslümanlar da Medine’lerini kurmasınlar mı?
Anayasayı değil, anayasaları halk seçmelidir.

NOT: Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı; fakat İngilizler bu antlaşmaya 6 Mart 1924 tarihinde imza koydular. Yani 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet’in kaldırılışından üç gün sonra. İlginç!