Asıl korku nedir?

D. Ali TAŞÇI

Fikre tahammül etmek ne kadar zor.

Düşünce dünyaları kısır, dolayısıyla anlama yetenekleri zayıf olanlar en son söylenecek hüküm cümlelerini en başa alırlar.

Düşünce ikliminde denizlere sahip olanlarsa, küçük kıpırtılar karşısında etkilenmezler ve kirlenmezler.

Uzun yıllar çeşitli gazete ve dergilerde yazarlık yapıyorum. Övgülerle de sövgülerle de karşılaştık.

Bu, aslında her yazarın başına gelen şey; ama bana hem yazarlık, hem de hayat bir şey öğretti: Artık incinmiyorum. İncittiklerim varsa eğer, onlar da incinmemeyi öğrensinler; çünkü bu, hayatı mutlu olarak devam ettirmenin sırrıdır.

Düşünce dünyası içerisinde cedel’in (fikri münakaşa) yeri inkâr edilemez. Ancak, hiçbir münakaşa ve münazara karşı tarafı teslim almaya yetmiyor.

İnancımızda insanlara “kavl-i leyyin” (yumuşak söz) ile yaklaşmak vardır.

“Benim fikrim daha üstün, seninki tu kaka!” anlayışı hiçbir zaman başarılı olamamıştır.

12 Eylül öncesi çok yapardık bunu, acemi filozoflar gibi dünyanın en iyi fikirlerini biz bilirdik. Birisini tuşa getirdiğimiz zaman nefsimiz kabarır, adeta horoz kesilirdik.

Düşünce tarihi içerisinde kavga eden yazarlar da olmuştur. Örneğin; Peyami Safa-Nazım Hikmet kavgası, Necip Fazıl-Ahmet Emin Yalman kavgaları gibi. En yamanından bir Necip Fazıl seveni olmama rağmen, Üstad’ın fikir kavgalarından çok, som düşünce dünyası beni kendisine daha çok çekti. Peyami Safa-Nazım Hikmet kavgası da, Ergun Göze’nin kitabında kaldı.

Hele İslami terbiye içerisinde karşı tarafın fikrine muhalefet ederken, şahsın kendisini küçük görmek asla yoktur. İnsanların fikirlerine değil ama fikir beyanlarına saygılı olmak insan olmanın erdemidir. Erdemli insan, hastaya değil mikroba düşman olur.

Türkiye’de ana konuları tartışmak gerçekten zordur; fikrimize bakmazlar, niyet sorgulayıcılığı yaparlar. Ne yaparsınız ki, sistem niyet sorgulayıcılığı üstüne kurulmuştur. Bunun birçok örneğini halen görmekte ve yaşamaktayız.

Türkiye doğal havzası içerisinde ilerleyemiyor. Tarihi, kültürel, inanç temellerinden kopmanın, daha hafif bir ifade ile, boşalmanın sıkıntılarını yaşıyor. Doğru dürüst bir şeyi, ne siyası arenada ne de bir platformda tartışamıyoruz. Hepimizin üzerine sinen adeta bir gizli korku vardır. Korkuyu tanımlayabilsek mesele çözülecek; fakat korku tanımsız ve bunun için de tehlikelidir. Çünkü bu korku, kimlikleri erozyona uğratıyor.

Düne kadar “komünizm korkusu” vardı. Ohh... atlattık. Meğer öyle çok korkulacak bir şey değilmiş, birileri bu korkunun gölgesinde iş aşırma derdindeymiş.

Asıl korku nedir biliyor musunuz? İnsanlar kendileri ile yüzleşmekten korkuyor. Ruh yüzünün aynaya yansıyan korkunç halinden korkuyor. Bağlı bulunduğu dünyevi şatoların yıkılmasından korkuyor.

İnsan, neye, ne kadar bağlı veya kimden ne bekliyorsa, bağlılığı ve beklentisi kadar esirdir.

Özgürlük, Allah’ın ipinden başka, tüm beşeri ipleri koparabilenlere sunulmuş bir armağandır.

Kimseye fikrimi kabul ettirmek gibi bir çabam olmadı. İnançlarımı ve kabullerimi, insan kardeşlerimle paylaşıyorum; bu da bana huzur veriyor.

Kimseye kinim yok; ama “buğz”um bakidir.

Hiçbir cemaat ve cemiyetin borazancısı olmadım; ne var ki, yaşadığım dünyada bana paralel düşen fikir ve düşünceleri de hiçbir karşılık beklemeden savundum. Bütün meselem ve çabam, sonsuzu yakalamak içindir.

Ulusalcılık’mış, izm’lermiş anlamam. Bin kere “ilkel” deseler de, Medine’de zemini kum, üstü hurma lifleri ile örtülü olan o mübarek mescidin içinde yaşamayı hayal ederim; ama uygarlığın tapınaklarında asla!.. Midesine, açlığından taş basan o Muhteşem İnsan’ın yanında açlıktan bitap düşmüş biri gibi kendimi hayal edebilmeyi en büyük mutluluk sayarım. Kınayanların kınamasına da aldırmam.

Sonsuzluğu paranteze alan her düşünce ve davranış, beni hiç mi hiç ilgilendirmez.