Bizler bu çağın kuyularındaki Yusuflar değil miydik?

D. Ali TAŞÇI

Gel ey dost, dertleşelim. Gökyüzünü direksiz tutan aşkına, yeryüzünden suları kaynatıp coşturan aşkına dertleşelim. Dağları yürüten, güneşi parlatan, otları bitiren, ekmeği veren hürmetine, gel diz dize oturalım, göz göze bakışalım. “Hayy” ismiyle hayatı yaratan adına, dertleşip hayat bulalım.


Yoktuk, O var etti bizi. Varlığımızı âleme mübarek kıldı. Göz verdi gördük, kulak verdi işittik, dil verdi tattık, burun verdi kokladık, deri verdi dokunduk. Şükrümüzü secdemize sardık. Akıl verdi anladık. Anlayışımızı sonsuzluk yolunun kervanı yaptık. Bize akıl bağışlayan, anlayış veren aşkına, düşünce nimetiyle donatan hürmetine gel, dertleşelim.


Kabil’in öldürücü kinine karşılık, Habil can seti sunmuştu kardeşine. Sen ve ben o setin taşı olmamış mıydık? Hûd, Şeddat’ın aldatıcı İrem cennetine karşılık, insanlara Tevhid cenneti vaat etti; ama insanların birçoğu onu yalanladılar. Gençler Hûd’a gönül vererek onun askeri olurlarken, sen ve ben orada, o gençlerle birlikte “Allahu Ekber” demiyor muyduk?


“Taştan ana olur mu?” deme; kayalar, varlık sancısı çekerek, Salih’in devesini doğururken, canevlerinden akıttıkları gözyaşlarını biz pınar bilerek içmedik mi? Ve sonra uğursuz insanların, deveyi öldürmelerine tanık olmadık mı, yüreklerimize taş basarak?


Ve dostum biz, Hz. Muhammed (sav)’e ümmet olmak için dünyaya gelmedik mi? Örümcek olup Sevr mağarasını ağımızla germedik mi? Üstüne ayak bastığı zaman inleyen hurma kütüğü, parmaklarından akan su ve süt biz değil miydik? Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Hayber’de, şehadet aşkıyla kılıç sallayan biz değil miydik? Şehadetin yaygınlaştığı zamanların bereketine tanık olmadık mı? Ebubekir teslimiyetine, Ömer vâkârına, Osman nûruna, Ali derinliğine ve Ebuzer yalnızlığına yürek koymadık mı?


İnsanlar vardır, ölümsüzlük elde etmek için ab-ı hayata (hayat suyu) koşarlar, zaman zaman ab-ı hayat bize koşmadı mı?


Ağaçların dalları rengârenk çiçek devşirdiği gibi, Efendiler Efendisi, insanlar arasında “insanları hayra çağıran ümmet” devşirdi. Dostum, biz şimdi o ümmet değil miyiz? İslâm Devleti’nin Yemen’den Suriye’ye kadar yayıldığı Hicret’in dokuzuncu yılında, bu devletin hâkimi olan Nebiler Nebisi’nin yalnızca bir yatağı ve bir de su kırbası vardı. Vefat ettiğindeyse, evinde bir miktar arpadan başka bir şey yoktu. Allah O’nu, bütün insanlara, yalnız “Tevhid”i anlatsın diye göndermişti, mal biriktirsin diye değil. Dostum, evlerimizin ve yaşantımızın Karun ve Firavun hayatına benzemesinden anlıyorum şimdi “bozulma”nın sırrını.


Gel ey dostum, ağlaşalım... Bize hüzün yakışır ve yaraşır.


Emanet’e hıyanette mi bulunduk? Sırat-ı Müstakim’den mi saptık? Kabil’in safına mı geçtik? Salih’in devesini kesenler bizler miydik?


Hani hatırlıyor musun, Nuh, Allah’ın emrine uyarak dağda gemi yapmaya başlamıştı da, kavmi O’nu alaya alırken, biz ormandan en güzel ağaçları O’na taşıma mutluluğunu tatmıştık. Tufanın imanı boğamayacağına o gün tanık olmamış mıydık?

 
Nemrut’un ateşinin içine gizlice girip, “Allah” diyen İbrahim’e orada arkadaş olmamış mıydık? Gözyaşlarımızı ateşe boşaltmıştık da, ateş gül bahçesine dönmüştü. İbrahim’in düşünde çiçekleşirken İsmail, rüyayı hayra yormamış mıydık? İsmail’in susuzluğuna zemzem, Hacer’in çırpınışına umut olmamış mıydık?


Ey dost, biz Musa’nın elindeki asa değil miydik? Kızıldeniz olup yarıldığımızda, Firavun’u içimize alıp boğmamış mıydık? Mazluma yâr, zalime ağyar olan biz değil miydik?


Gün geldi Davud’un yumruğu olduk, demiri yaprak yaprak dövdük. Davûdî sese bürünerek Zebûr olduk, dilinden döküldük. Süleyman’a rüzgâr olduk, Belkıs’ın sarayını salladık. Harf harf, kelime kelime kuşların dilinden döküldük.


Eyyûb’un derdini birlikte paylaşmadık mı? Lût’un sıkıntısına ortak olmadık mı?
“Hasret” adıyla geldik, Yakub’un yüreğine oturduk. Yusuf’a kuyuda arkadaş biz olmadık mı? Yusuf güzelliğini sokaktan sokağa, evden eve yansıtmadık mı?


Yahudi hahamlarına karşı, Meryem mahcubiyetiyle direnmedik mi? Kundaktaki İsa konuşurken, O’nun dili biz olmadık mı?

 

Neler oluyor, dostum; Tufan’a mı gark olduk? İbrahim’in ateşine odun mu taşıdık? Yusuf’a kuyuda yılan mı olduk? Yakub’un elinden Yusuf’u biz mi aldık? İsa’yı çarmıha germek için biz mi didindik? Aman Allah’ım! Peygamberi öldürmeye Sevr mağarasına gelen atların süvarileri -haşa- biz miydik?


Bu ne haldir dostum? Mısır’da, Suriye’de, Filistin’de ve daha nerelerde kanlar oluk oluk akıp pâk cesetleri taşırken, bebek vücutları paramparça olurken, Din’ini yaşamak isteyen dünya masumlarına yaşadıkları dünya dar edilirken…Bu ne haldir dostum, ahh, dilim varmıyor!


Tarihin damarları tıkanıp bize hakikat mi akmıyor? Hakikat kervanını taşıyan yollar mı havaya uçmuş? Yoksa biz hainlerden olduk da, ışık taşıyıcılar bize nûr mu sunmuyor?


Ey insanlar, yeryüzü şişiyor! Dağlar ayaklanıyor! Gökyüzü fokurduyor! Kıyamet yolu açılıyor!
Ama hayır, “Kıyamet Saati”ni durduran birileri var: Filistinli çocuk, şehit babasının yüzüne karşı gülümsüyor! Mısırlı anne, kanlar içindeki çocuğunu bağrına basarken, gözleri ufka dikiliyor ve “Allah’ım” diyor, O’na sığınıyor. Meryem yüzlü kızlarımız, “Ya Rabbi, her şeye rağmen, zalimlere de hidayet ver!” diye dua ediyorlar. Bedduanın “keramet”indense duanın çilesine talipler.


Geçenlerde küçük bir çocuk, yaralı bir kediye su verirken onu okşuyor ve gülümsüyordu.
Yeryüzünde bir tebessüm eden yüz varsa merhamet damarları tıkanmamış, kıyamet saati yaklaşmamış demektir.

 

Dostum, çocuklar gülümsüyor, kuşlar havalanıyor ve bu sabah da ezan okunuyor. Hamdolsun!