ELLER HAVAYA: KİMLİKLERİNİZİ ÇIKARIN!

D. Ali TAŞÇI

 

 

Âmin Maalof, “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabında kimliği şöyle tanımlar : “Kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir.”

”
Maalof, her kişinin kimliğinin resmi kayıtlarda görünenle sınırlı olmayan bir yığın öğeden oluştuğunun da altını çizer. Bunlardan birkaçını şöyle sıralar:

 

“Bir dine, ulusa, bazen iki ulusa, etnik ya da dilsel bir gruba, az ya da çok geniş bir aileye, bir mesleğe, bir kuruma, belli bir sosyal çevreye; insan bir eyalete, bir köye, bir kabileye, bir spor takımına, bir arkadaş grubuna, bir sendikaya, bir işletmeye, bir partiye, bir derneğe, bir cemaate; aynı tutkuları, aynı cinsel tercihleri, aynı fiziksel özürleri paylaşan bir insan topluluğuna ait olduğunu hissedebilir.”

”
Bütün bu aidiyetler, aynı derecede önem taşımazlar, ama hiçbiri de tam olarak anlamsız değildir.


Aidiyet, bireyleri toplumsallaştıran en önemli bir kavramdır. Siz kime, hangi topluma veya görüşe ait olduğunuzu tam olarak kestiremezseniz, kişiliğinizde erozyonlar baş gösterebilir. Böyle durumlarda toplumların topluluk haline dönüşme tehlikesi vardır. Toplum, amaçlı birliktelik, topluluk ise amaçsız kalabalıktır. Kalabalıklar aidiyetsiz, yani kimliksizdir ve belli bir güce sahip değillerdir.


Konuyu ben derinlemesine tahlil edecek değilim. “Osmanlı’dan sonra, Cumhuriyet Türkiye’sinde bir kimlik oluşturabildik, dolayısıyla da aidiyet kavramını geliştirebildik mi?” diye kendimize bir soru sormamız gerekmektedir, diye düşünüyorum.


Osmanlı’nın genel aidiyeti din ( İslam ) üzerine idi. Bunun yanında alt kimlikler de korunuyordu. Onun dağılmasından sonra yeni bir kimlik oluşturulabildi mi? Bu kimlik nedir ve ne üzerine kurulmuştur? Cumhuriyet’in ulusalcı kimliği, diğer alt kimlikleri ne kadar kendinde tutabilmekte ve onları kapsayabilmektedir? Aidiyet kavramı, bir nevi “ ruhun genleri “ gibidir; Cumhuriyet sonrası ruhun genleri nasıl gelişti? Bugün gelinen duraktan memnun muyuz? Değilsek, memnuniyetimizi arttıracak olan çareler var mıdır, nelerdir? Sorulardan çekinmemeliyiz; soru, hayra alamettir.


Bilirsiniz, ünlü yazar Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”  adlı bir romanı vardır. TRT’de dizi de oldu ve çok rağbet gördü. Bu romanın özelliği, ( Tarık Buğra’nın kendi sözleriyle ) “ “Kurtuluş Savaşı’na cepheden ve Ankara’dan, yani askeri ve politik açılardan bakmayan bir roman yazmak istedim. İnsanımızı neticeye göre değil, zafere ve yeni Devlet’e göre değil, bu sonuç ile bu Devlet’e giden zaman içinde yargılamak, değerlendirmek istedim.””( Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Yayınları, 1979 )


Bir eserde resmi ağız ve politik tutum çok öne çıkıyorsa, onun sanat eseri diye anılması ve dolayısıyla evrensellik taşıması artık söz konusu değildir. Buğra, “Küçük Ağa”dan önce ve sonra yazılmış romanların resmi ağız ve politik tutum zaaflarının olduğunu söyler ve ekler : “ “Hemen hepsi kahrolsun mağluplar, diyor.”

“
“ “Altı yüz yıllık devlet geleneğine ve anlayışına göre yetişmiş, Mustafa Kemal gibi, “Kuvayı Milliye” gibi isim ve sözleri ilk defa işitmiş insanlarımızı, bunlarla karşılaştıkları şartlar içinde değil de, çok sonraki durumlara göre yargılamak ilme de, sanata da ters düşer. Küçük Ağa’da bu hatadan sıyrılmak istedim.”” ( A.g.e S.349 )


Bir de kimlik ve aidiyet faktörünü, katı ideolojik duruş olarak algılayan, resmi ağız kullanıp, eserlerine ağır politik algı katan ve olaylara dar çerçeveden bakan bazı yazarların tutumuna bakalım:

 
Örneğin, Reşat Nuri’nin  “Yeşil Gece”  adlı romanına bir bakalım: Reşat Nuri, Emile Zola’nın “Hakikat”  isimli romanını çevirirken, papazların toplum içindeki olumsuz etkilerinden etkilenir ve Müslüman din adamlarıyla medreselerden, “Şahin” adlı kahramanıyla adeta öç almaya kalkışır.


Halide Edip’in  “Vurun Kahpeye”  adlı romanı da bundan farklı mıdır? Kız Öğretmen Okulu mezunu olan Aliye, Anadolu’nun ışıksız, yolsuz köyünü aydınlatmak isteyen idealist bir öğretmendir. Ne var ki, Kuvayı Milliye aleyhinde olan İmam Fettah Efendi buna mani olmaktadır. Bununla da bitmez, İmam Efendi, Yunan kuvvetleri komutanı Damyanos ile de işbirliği içindedir, yani haindir.


Bunun gibi daha onlarca roman vardır. Mesela, Fakir Baykurt’un “Kaplumbağalar” adlı romanındaki kahramanlardan birinin adı “Cennet”tir ve ağza alınmayacak sıfatlarla anılır.

 
Bütün bunlar, toplumun aidiyeti olan İslam’ı çirkin göstermekte ve din adamlarını da aşağılık konumuna düşürmektedir. Buna karşın Victor Hugo’nun “Sefiller” adlı romanındaki papaz yüceltilmekte ve toplumun aidiyeti yara almaktadır. Sessizce bir soru sorayım:

 

“Klasik” denilen Türk romanlarında hiç namaz kılan bir kahramana rastladınız mı? Hangi ülkenin sanatkârı, kendi ülkesinin kültürel ve inanç değerlerini öne çıkarmadan evrensel soluğu yakalayabilmiştir? Tolstoy mu? Dostoyevski mi? Yüzlerine bakın, hepsinin yüzü Rus yüzü. Zola, Hügo Fransız kanı. Dickens, Şekspir İngiliz kumaşı… Ve fakat hepsi de Hıristiyanlık çatısı altında. Ya bizde? İnadına bir hınç, inadına düşmanlık!

 

 Aslında Türk aydınının dinle bir sorunu yoktur,  onun sorunu İslam’ladır.

 
Sözü Tarık Buğra’ya verelim : “Hain olmak kolay değildir; hele vatan haini olmak hiç kolay değildir. Kuvayı Milliye’ye güvenemeyenlere hain demek de kolay olmamalıdır. Osmanlı’yı, Osmanlı’ya bağlılığı kesin olarak kötü, hatalı ve bozuk görmek çok sonraları ortaya çıkan bir sapıklıktır. Altı yüz yıl dimdik yaşamış, bir şah medeniyet kurmuş, o müziği, o edebiyatı, o mimarlığı ve o sosyal garantileri yaratmış bir devletin insanları, kurtuluş yolu için bir başka ve yeni otoriteyi, bir yeni bayrağı elbette kolay kolay benimseyemezlerdi; onların bu beklentileri trajik olarak kalmaz, övülmeye değer. Kurtuluşu herkes istiyordu; fakat kimin ve hangi bayrağın peşinde? Bu iki yol arasında sallantı geçirenlerin trajedisi yürek paralayıcıdır, hainlik değildir. Küçük Ağa’da bunu anlatmak istedim.” “( A.g.e S.349 )


Kimlik ve aidiyet önemli kavramlardır. Maalesef, Türk aydınında bir kimlik probleminin yaşandığı ortadadır. Durum böyle olunca özgün eserler ortaya çıkarmak pek mümkün değildir. Bir toplumun bireyleri (özellikle aydınları ) kime, neye, niçin ait olduklarını net bir şekilde içselleştirememişlerse, o toplum, evrensel mesaj oluşturamaz ve insanlığa pek bir değer katamaz.

 

Kimlik sadece nüfus idaresince verilen bir kart değildir; bir toplumun tarih içinden getirdiği bütün değerlerin insanda davranış olarak belirmesidir. Asıl o zaman kimlik ortaya çıkar.

 

        D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci