Haksızlığa tapmayan Akif’i anmak

D. Ali TAŞÇI

Akif için kalemi her elime alışımda içim sızlar, böylesine büyük bir adama layık bir nesil olamadık diye üzülürüm. Akif’i anlamak için hem Akif, hem arif, hem de alim olmak yetmiyor, bir de o dönemi yaşamak gerekiyor.
Akif’i bütün boyutlarıyla kitaplar anlatamadı, biz, onun ölümüne değinmek istiyoruz.
“ İstiklal Marşı “ gibi ölümsüz bir eseri, bu millete armağan eden ve İstiklal Savaşı boyunca Anadolu’yu dolaşıp, kürsülerde vaazlar vererek milleti, bağımsızlık uğruna cephelere sevk eden Akif, gün geldi, “ istenmez adam “ oldu.
Akif’in, Ankara soğuğunda muşambasını ödünç aldığı samimi arkadaşı Şefik Kolaylı ( Neyzen Tevfik’in kardeşi ) şöyle diyor:
“ Bir cumartesi günü idi, yanında Prof. Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır’a gideceğini ve veda etmeye geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağında olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocukların tahsillerinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ( Ne yazık ki, çocuklarının tahsili de hayatı da sekteye uğradı. ) ileri sürerek kararında vazgeçmesinde ısrar ettik. Akif, büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki : “ Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” ( Safahat, Gonca Yayınları )
Akif ki, Birinci Meclis’te milletvekiliydi. Buna rağmen ona maaş bağlamadılar, iş vermediler ve adete ölüme mahküm ettiler; üstelik, bir de peşine polis taktılar. Hatta Mısır’a gittikten sonra da orada devamlı gözlenildi ve hakkında raporlar tutuldu. Orada da doğru dürüst iş bulamadı ve hayatı boyunca hep maddi sıkıntılar içinde yaşadı, ama kimseye de boyun eğmedi. Bana göre, Akif’in en büyük tarafı da burasıdır.
Akif, bütün bir İslam dünyasını da esaretten kurtaracak “ İslam Birliği “ idealiyle yaşıyordu. Yarın “ Müslüman Türkiye “ kurulacak ve ideallerine ulaşacaktı. Böyle olmadı, yüzünü Batı’ya çevirmiş yeni rejimle uyuşması mümkün değildi. İnanmadığı şeyi kabul ve alkışlamak elinden gelmezdi. Olaylara karşı çıkması da imkansızdı. Bu yüzden Türkiye’den tamamen uzaklaşmaktan başka çare bulamadı. İmanına ve fikirlerine ihanet etmemek için, gurbet ızdırabına, maddi-manevi büyük sıkıntılara katlandı.
Nihayet 1925 sonlarına doğru Mısır’a gitti. Gidiş o gidiş, on buçuk sene bir daha Türkiye’ye gelmedi.Oradan, Girit’te bulunan eski dostu Eşref Kuşçubaşı’ya yazdığı mektubun bir bölümünde şöyle der :
“ Gaye uğrunda çalışmak, didinmek, nihayet ölmek!.. O ne güzel iş, o ne güzel eğlence, o ne mesut nihayet ( son ) imiş!.. Ben onu şimdi adamakıllı hissediyorum. Acaba yine o günler gelecek mi? Yine gayemiz uğrunda canımızla, başımızla çalışabilecek miyiz? Allah büyük… Elbette bizim de atıl ve batıl oturmaktan kurtulacağımız günler gelecektir.”
Merhum Mahir İz, “ Yılların İzi “ adlı kitabında, Akif’in hastalığını şöyle anlatır : “ Akif Bey, rahatsızlığı artınca İstanbul’a geldi. ( 17 Haziran 1936 ) Prens Halim Bey’in Alemdağ’daki çiftliğine yerleşti. Ziyaretine gittim. Yatağa yarı uzanmış, normal halinde her düşündüğü zaman takındığı tavır ile – yani sol eli başında, sağ elinin iki parmağı şakağında – şişkin karnı yorganla örtülü bir halde gördüm. Çok müteessir oldum ( üzüldüm ).”
Vapurla İstanbul’a gelen Şair, vapur Çanakkale’den geçerken ve İstanbul’un camileri görününce çok ağlamış. Yanında eşi İsmet Hanım varmış. Rıhtımda yakınlarıyla birkaç dostu karşılamış.
VEFATI
İstanbul’daki son günlerinde eski dostları onu yalnız bırakmadılar. Hayranları onu ziyaret etse de onun yanına gitmenin riskli bir iş olduğunun da farkındaydılar. Sevdiği hafızlar, bu Kur’an dostu insana istediği kadar Kur’an okudular.
Nihayet Akif, 27 Aralık Pazar günü akşamı 19.45’te Mısır Apartmanı’nda vefat etti. Vefatı sırasında 63 yaşında bulunuyordu. Hasta döşeğinde, “ Ne mutlu bana, Peygamber’imin yaşında öleceğim. “demişti.
Beyoğlu Hastanesi’nde yıkanan naaşı, öğleye doğru Beyazıd Camii’ne getirildi. Resmi kişiler ve kuruluşlar onun vefatı karşısında olumlu en ufak bir faaliyette bulunmadılar. Hatta onu unutulmaya terk ettiler. Cenazesine katılanlara soruşturma açtılar. Hayatını vatan, bayrak ve istiklal uğruna feda eden bu büyük insanın tabutuna bayrak örtmeyi bile çok gördüler!..
Akif’in cenazesine, bir hukuk talebesi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, “ Akif’in Cenaze Töreni “ başlıklı yazısında o günleri şöyle anlatıyor :
“ O zamanların, ülkemizde egemen tek partisinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Akif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı.
Bizler bu alana ( namaz yeri ) geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık; hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmına bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi, üzerine örtü dahi konulmamış bir tabutu indirdiler. Bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun M. Akif’e ait olduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı.” ( M Ertuğrul Düzdağ. M. Akif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yayınları )
Mithat Cemal Kuntay da şunları yazıyor :
“ Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. “ Bir fıkara cenazesi olmalı “ dedim. O anda Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamdım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu ( belirdi ). Üniversitenin büyük sancağına tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.” ( A.g.e S.147 )
Aynı tarihlerde Edebiyat Fakültesi’nde okuyan ve Milli Türk Talebe Birliği’nde görevli bulunan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Akif’in mezarı başında yapmış olduğu konuşmadan ötürü resmi makamlarca sorgulanmış ve onlara şu cevabı vermiş : “ Ben herhangi bir şairin değil, Türk Bayrağı göndere çekilirken yazdığı İstiklal marşı ile göklere seslenen bir zatın kabri başında milletimin duygusunu, saygısını dile getirdim. Beni buraya çağırmakla hata etmiş bulunuyorsunuz.” ( A.g.e S150 )

MEZARI
Akif’in tabutu arabaya konulmayarak, Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar üniversite gençliğinin elleri üzerinde taşındı. Çok sevdiği milleti, onu başının üzerinde tuttu. Bir toprak tümsekten ibaret olan mezarı, vefatının ikinci yılında üniversite gençlerinin kendi aralarında topladıkları parayla yapıldı.
Akif’in Edirnekapı Şehitliği’ndeki mezarının her iki yanında, çok sevdiği iki arkadaşı Ahmet Naim ve Süleyman Nazif’in kabirleri vardır.
Dostu, astronom Tahir Gökmen, onun vefatına tarih düşüren şu şiiri yazdı:
“ Mum gibi yandı ciğer çünkü vatan türküsünü
Hep geçen kapkara günlerde terennüm etti.
Çıktı kırklar, bir ağızdan dediler tarihin
İçimizden vatanın şairi Akif gitti.”
Akif, Osmanlı ve İslam mirasının dili ve kalbi idi. Mertti, metanet sahibiydi. Söze büyük kıymet verir, yalan nedir bilmezdi. Bir genç kız kadar utangaç ve haya sahibi idi. Izdıraplara gülüp geçerdi; çünkü kadere imanı tamdı.
Ömründe bir kerecik olsun kuvvete boyun eğmemiş adamdı. Halkın ızdıraplarını kendi ızdırabı bilirdi. Sevdiği zaman tam sever, ruhunun ısınmadığı insanlara da hiç ilgi göstermezdi.
“ Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam,
Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam.”
Böyle diyen bu adam gibi adamı rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz.