HAS BAHÇENİN ÇİÇEĞİ: İNSAN

D. Ali TAŞÇI

 

 

 

            Bir acemi mürid bir Sufi’ye sorar:

            “ Doğru hakiki anlayış noktasına ulaşmam yani arınmam ne kadar sürer? “

            Sufi cevaplar:

            “ Ne kadar süreceğini sormayacağın mertebeye erişinceye kadar. “

            Dikkatinizi zaman denilen mahlûk üzerine yoğunlaştırırsanız, “ olmak” denilen ebedi sırrı ıskalarsınız. Oysa bu varlık yolu, “ne kadar sürecek” ten çok, “nasıl davranırsam olurum?”  endişesini ve anlayışını öne çıkarmaktadır.

            İnsan, yeryüzünde Allah (CC)’ın halifesidir. O’nun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, söyleyen dili, yürüyen ayağıdır. Bundan dolayı kendisine “ sorumluluk “ yüklenmiş ve yüceltilmiştir. Bu nedenle insan, dünya denilen geçici mekânda arınmak zorundadır; çünkü arınmayan insan sorumluluk bilincini kavrayamaz ve yücelemez. Dolayısıyla kendisine verilen emanete de hıyanet etmiş olur.

            Sorumluluk bilinci gelişmemiş insan tehlikelidir; çünkü o, bu duruşuyla şeytanın halifesidir.

            İnsanın kader çizgisinde ya Allah’ın halifesi olmak vardır dünyada ya da şeytanın.

            Bir insan nefsini biliyor, fıtratını tanıyorsa, bu Allah’ın halifesidir ve İslam Medeniyeti’nin seçkin bir üyesidir. Arınmış insan kendini varlık âlemiyle birlikte algılar. Bir otta, bir taşta veya başka bir varlıkta kendini görür; kendinde de onları görerek varlık onda, o varlıkta adeta tutuşur. Zaman denilen kavram zihninden silinir gider.

            O, Tevhid’e ulaşmanın olgunluğunu ve müthiş mutluluğunu anbe an yaşar. İbadetlerini, yani kulluğunu bu şuurla yerine getirir. Namazını ikame ederken örneğin, varlıkla bütünleşir. Varlıkla bütünleşen insan Hakikat çocuğunu doğurur. Anne olmak için illa dişi olmak gerekmiyor, Allah-u Teâlâ’nın “ Rahim” sıfatını kuşanmak yetmiyor mu?

            Bir sineğin vızıltısı, bir otonun homurtusu, bir kapının gıcırtısı… arınmış insana Allah’ı hatırlatır. Dünya denilen yol da sana seni hatırlatmak için yaratılmamış mıdır? “ Nefsini bilen, Rabbini bilir.”

            Bir adam Sufi’ye gider ve sorar:

            “ Daha yüksek şuura giden yollar hangileridir?”

            “ Kader yolu ile Büyük Şahsi Gayret yolu.”

            “ Pekiyi, Büyük Şahsi Gayret yolu nasıl takip edilir?”

            “ Bu, Kader Yolu’nda cevaplandırılacak meseledir !..”

            Bir bahçıvana bir tohum getirirseniz onu tanır ve ona uygun toprak arar. Bilir ki, tohum, toprağını bulamazsa, filiz vermez.

            Muallimsiz, rehbersiz yol alınmaz; bunu tartışmak bile abestir. Yeni çıkan arabalarda bilgisayar sistemi vardır. Bu sisteme, gidecek olduğunuz yerin adresini yazıyorsunuz; sizi, o bilgisayar, gitmek istediğiniz yere hatasız götürüyor. Bilgisayarın kılavuzluğuna inanıyor ve güveniyoruz da bir olgun insanın kılavuzluğuna burun kıvırıyoruz! Neden? Birisi somut bir görüntüdür, öbürü ise soyut. Biz biliyoruz ki, on yaşından önce çocuklarda soyut düşünce gelişmez. İnsanlık hala çocukluk dönemini atlatamadı mı? Putperestlik, somuttan soyuta geçememenin bir tıkanıklığı olsa gerek.

            Dünya kuruldu kurulalı öğretmen-talebe ilişkisi hep olagelmiştir. Usta olmadan sanat öğrenilmez, inceliğine varılamaz. Usta demek, bir geleneğin mirasçısı demektir. Medeniyetler işte bu gelenek çizgisi üzerinde kurulur.

            Bir adam, elinde iki demet çiçekle Sufi’nin yanına gider ve ona şöyle der:

            “ Bu demetlerden birisi gerçek çiçeklerden oluşuyor; diğeri ise Çin’de son derece büyük bir maharetle yapılmış yapay çiçeklerden ibaret. Eğer siz, sanıldığınız kadar idrak ve irfan sahibi iseniz, bana hangisinin yapma, hangisinin gerçek olduğunu söylemenizi isteyeceğim. Ama onlara çok yaklaşmayacak ve dokunmayacaksınız.”

            Sufi :  “ Bu bahçıvanlıkla ilgili bir soru. Bana bir arı kovanı getirin.” der.

            Kovan getirilir; kovandan çıkan arılar gerçek çiçeğe konarlar.

            Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Sufi, soruyu kategorize eder. Bahçıvanlıkla ilgili sorunun cevabının da bahçıvanlıkta olacağını bilir. Bütün bunlar onun arif bir kişi olduğunu gösterir. İrfan, bilgiyi kullanma sanatıdır çünkü.

            İnsanla ilgili oluşum, yöneliş ve davranışlara da insan merkezli cevaplar, çözümler aramak gerekmiyor mu? İnsan, sonsuza yürüyen varlık. Bu yolculuğunu fani bedeniyle yapacak durumda değil. O halde onun ruh yapılanması söz konusu değil midir? Bu yapılanmayı yoğuracak el ve bu yapıyı meyveye dönüştürecek bahçe gerekmiyor mu?

            Demek ki insanı tanımak için beş duyu yeterli değil, onun ötesine geçmek gerekiyor.

            Kim beş duyuyla insanı tanımaya çalışırsa sonuç alamaz. Alınamayan sonuçlar üst üste gelerek bir dünya kurulursa, bu dünyanın adı “ medeni bir dünya” olmaz; bunun adı. “uygar dünya” dır.

            Her ne kadar bu iki kelime eş anlamlı gözükse de asla öyle değildir. Medeniyet, Medine kökenlidir ve Peygamberi soluk taşır ki, bu soluk dirilticidir. “ Olmak” için yürüyen yolcuların dünyada bıraktıkları izdir. Medeniyet bu nedenle vahiy soluklu bir ihya hareketidir.

            Uygarlık ise, Peygamberi soluk taşımaz. O, Batı ve batıl kökenli olduğu için beş duyunun katı ve somut kuralları içinde çırpınır durur. Sonsuzluk derdi olmadığı için ihya değil, imhayı öne alır. “ Olmak” için adım atmaz, bütün derdi “ sahip olmak” uğrunadır. Bu nedenle şeytan soluklu bir oluşum sergiler; yani savaş çığlıklarını bünyesinde barındırır.

            “ Modern” denilen bir dünyada yaşıyoruz. Bu modern dünyanın en belirgin özelliği – haşa – Allah’ı hayata müdahale ettirmeme anlayışıdır. Allah ve Ahiret duygusu neredeyse zihinlerde olması gibi değil, başka bir biçimde durmaktadır. Tevhid inancı, inananların bile dillerinden öteye yol bulmakta zorlanıyor.

            Ne oluyoruz? Arınmadan, düşünmeden, akletmeden, fikretmeden… nereye gidiyoruz? Yoksa şakadan mı dünyaya geldik? “ Ben kimim?” diye bir soruyu kendimize sormayacak mıyız? Yoksa bu soruyu soracak cüreti kendimizde bulamıyor muyuz? Fıtratımızla tanışma gibi bir merak ve çabadan uzak mıyız? Fıtrat tohumumuzu varlık bahçesine atacak bir bahçıvanla tanışmak nasip olmayacak mıdır? Nasipsizlerden olmak bizi korkutmuyor mu?

            Arınmış insanın birinci meşguliyeti kendisidir. Yoksa dünyevi meşguliyetlerimiz kendimizden bir kaçış mıdır? Başkalarıyla ilgileniyor görüntüsü verdiğimiz zamanlarda bile kendimizi mi öne çıkarmaya çalışıyoruz? Gazali’nin deyimiyle, alçak gönüllülüğümüzün zirvesinde büyük bir kibir mi yatmaktadır? Hayatın çoğu bölümlerinde nefsimizi ortaya koymaktan şeytani bir zevk mi alıyoruz? Bütün bunlar kendimizle tanış olamamanın birer negatif görüntüsü müdür?

            Nefsini tezkiye eden – arınan – ise, altınla toprağı eşit görür; çünkü o ruh gözünden İslam gözlüğüyle bakmaktadır.

            Gerçek bilginin nerede olduğunu herkes bilseydi, hayat anlamını yitirirdi; çünkü sınav ortadan kalkardı.

            Arı, çiçeğin ve dolayısıyla balın uzmanıdır. İnsanın uzmanı da Peygamberler ve onların yolundan giden Kutlu insanlardır. İçimizdeki fıtrat çiçeklerinin insanlık balına dönüşmesini istiyorsak, bir insanlık uzmanına ihtiyacımız vardır. Cerrah diye kasaba gitse bir hasta, ne derler onun için? Sonsuzluğunun selameti için bir manevi cerraha gitmiyorsan, sen bilirsin!

            Kur’an bahçesinden devşirilen çiçek özleriyle yapılan balın adına “ İNSAN” deniliyor. İnsanın bir anlamı da “göz bebeği”dir. Kendine bir bak, ona benziyor musun?