HAVA GİBİ, SU GİBİ; ŞİİR

D. Ali TAŞÇI

            Hakikate şiirle varılmaz; ancak hakikate erenlerin dillerinden mısralar dökülür. Şiir bir ruh yangınıdır ki, onu söndürecek itfaiye de yoktur.

            “ Ben giderim yane yane / Aşk boyadı beni kane.”

            Aşk, insanı nasıl kana boyar? Bunun izahını bir biçimde yapabilirsiniz, ama şairin duygularına ulaşmak mümkün müdür? Yunus gibi kırk yıl Taptuk’un kapısına düz odun taşımadan bu mısralar söylenemez. Söylense de bir fanteziden öteye geçemez. Çilesi çekilmeden söylenen her söz havanda su dövmek gibidir ve ruhlara işleyici değildir. Mısra içindeki her kelime gözyaşı gibi durursa gönüllere işler.

            Kan, acının çocuğudur; fakat buradaki acı, öldürücü değil, oldurucudur. Çile de bu değil midir; yok olan tohumun filize durması. Her filiz acısını kendi köklerinde taşır, ama var olma aşkı, onu baharın nazenini yapar.

            Büyük şairlerin hüviyetleri nüfus kâğıtlarına, hatta ülkelerine sığmaz. Onlar beden dilini değil, ruh dilini kullandıklarından, hava gibi her yerde eser, su gibi her yerde akar.

            “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedi varsın.”

            Ruh dilini yakalayanların ölüm korkusu bulunmaz; çünkü onlar, fani bedenlerinin mahkümü değildirler. Evrensel düşünceleri olmayanların, ruh ikliminde esmeyenlerin dünyada tek düşünceleri, tek dertleri vardır: Ölüm korkusu! Bu korkunun dünyayı sarıp sarmalamasına da “uygarlık” diyebiliriz.

            “Taptuğun tapusunda/ Kul olduk kapusunda

            Yunus miskin çiğ idik/ Piştik Elhamdülillah.”

            Erdem, pişip pişmediğini bilebilme hüneridir. Ruhu pişiren şeyse aşktır. Aşkı olmayanın, aşktan kana bulanmayanın, aşk davası gütmesi iğrenç bir yanılsamadır.

            Şiir sözün zirvesidir; aşk ise hayatın zirvesi. Şiirsiz aşk olmaz, aşksız şiir ölü doğar.

            Şiir, hakikate ulaştıran bir araç değil, lakin hakikatten kıvılcım alanların şiirsel söylemleri, hakikat yurdunun şiirsel görünümü ile ilgili değil midir? Şiirin, ruhu alevlendiren bir yapısı, duruşu yok mudur? Bir anlatımda, kelimelerin aciz kaldığı yerde şiir, o kelimelere bambaşka anlamlar yükleyerek onların önünü açmaz mı?

            “ Süleyman kuş dilin bilir dediler / Süleyman var, Süleyman’dan içeru”

            “Sehl-i mümteni”( kolayın içindeki zor) işte bunun adıdır; iki mısrada üç tane     “Süleyman” geçmesine rağmen kulağı tırmalamıyor, bilakis müthiş bir ahenk ve derinlik katıyor.

            İnsanın iç dünyası çöl sessizliğine bürünmeden, ruhu, hakikat ateşiyle temas etmeden şiirden uzak durmalıdır; çünkü şiir, basit insanların işi değildir.

            Yahya Kemal’e soruyorlar:

            “ Ne zaman şair olduğunuza inandınız?”

            “Türkçeyi hissettiğim zaman!..” diye cevaplıyor.

            Ana dilini hissetmeyen elbette şair olmaz, olamaz; ancak ana dilinin yanında ruh dilini hissetmeden de medeniyet şairi olunamaz ve medeniyet şiiri de yazılamaz. Medeniyet, ruh coğrafyasının adıdır, bu coğrafyayı solumadan dilden dökülen kelimelerin adı “hırıltı”dır, şiir değil.

            İnsanın içinde iki türlü kapı vardır; bir kaçış kapısı, diğeri ise varış kapısıdır. Asıl şiir, varış kapısının yolcusudur, kaçış kapısının değil. Varış heyecan doğurur, kaçış korku. Oysa şiir, kelimelerin heyecan testinden geçtikten sonra mısralara dökülmüş halidir.

            Sanat eseri, ondan gözünüzü çevirdiğinizde, iç dünyanızda yeni şekiller, renkler, izler oluşturuyor ve ruhunuzu harekete geçiriyorsa, sanat eseridir. Şiir, ruhun nalesidir; o, sel suyu gibi hoyrat değil, pınar suyu gibi iç serinletici ve dirilticidir.

D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci