Kendimize yabancılaşma sancımız

Seyfullah FIRAT

Bizim insanımız hazırcılığı sevdiği kadar ne yazık ki kopyacılığı da çok seviyor. Her işimizde mutlaka başkalarına özenmenin veya başkalarından esinlenmelerin izlerini kolayca görebiliyoruz.

Samimi olarak itiraf etmek durumundayız ki, biz çok az okuyan bir toplumuz. Az okuduğumuzdan dolayı da düşünce üretme noktasında fukaralık yaşayınca, bu defa da bizim gibi eline kalem alanlar, etrafı toz duman ederek fiyaka satıyoruz veya başkalarının kuyruğuna takılarak bir şeyler yaptığımızı zannediyoruz.

Biz insanlar duyu organlarımız sayesinde etrafımızda olup biten olayları algılarız veya anlamaya çalışırız. Daha sonra da görüp duyduklarımızı kendi akli selimimizle, kendimizce yorumlayarak söz konusu olaylarla ilgili yine kendimizce doğru veya yanlış birtakım tanılara giderek bildiklerimize kendi patentimizi vurur ve kendimize mal ederiz.

İnsanlık olarak bu gün sahip olduğumuz veya ulaşmış bulunduğumuz tüm bilgi birikimimizi veya bu alandaki kazanımlarımızı bizden önce yaşamış veya bu gün birlikte yaşamakta olduğumuz başka insanlara borçluyuz. Bugün sahip olduğumuz veya işleme koyduğumuz bütün bilgilerimiz, geçmişte düşünce üretmiş insanların bize armağan ettikleri bilgi potansiyelinden ve bizim de daha sonra ortaklaşa takviye ettiğimiz bilgi kaynaklarından beslenirler.

Bilgi kaynaklarımız ne kadar sağlamsa veya ne kadar doğruysa o bilgiler üzerinde inşa edeceğimiz düşünce kalelerimiz de o kadar sağlam veya o kadar bizim olacaklar. Hiçbir toplum uzun bir süre başkalarının kültür şemsiyesi altında gölgelenemez. Milletler mutlaka kendi kültür atmosferlerini yaşatmak ve kendi bilgi şemsiyelerini açmak zorundadırlar.

Hiçbir insan tek başına her şeyi üretmeye muktedir olamadığı gibi, hiçbir insan da tek başına yaşama şansına sahip değildir. İşte bundan dolayı da insanlar arasında bilgi paylaşımı ve düşünce paylaşımı olduğu kadar davranış paylaşımı da söz konusudur.

Kısaca şu hususu işaret etmek istiyoruz. Hayatın her safhasında birilerinin etkisinde kalabildiğimiz gibi bizde başkalarını bir şekilde mutlaka etkiliyoruzdur. İşte bu etkileşme sürecinde yardımlaşmanın yerini kuşatma, paylaşımın yerini sömürme hırsı kaplarsa işte orada kültürler arası savaş başlar.

İçinde yaşadığımız dünyanın son beş asrına bakarsak, geçmişle ilgili tespitlerimizin ışığında da gelecek adına düşünce üretirsek, birileri gibi kültürler arası diyalogdan biz o birileri kadar kolayca bahsedemiyoruz. Bize öyle geliyor ki, bu bile savaşta silah olarak kullanılan bir projedir.

Batıda gelişen ve günümüze gelinceye kadar insanlığın ürettiklerini bir sülük gibi kemiren sömürgecilik vahşeti ve bu vahşetin ardındaki doymak nedir bilmez güçler hep bu yöntemlerle insanlığın hafızasını çaldılar ve emeklerini sömürdüler. Yabancı kültür ve ideolojilerden etkilenmeler sonucunda ortaya çıkan boşluklardan veya zaaflardan da hep batılı sömürgeci ülkeler istifade etmişlerdir.

Biz bu gerçeklerden dolayı çağımızın milletler arası savaşlardan ibarettir olduğunu iddia ediyoruz. Bizim bu savaştan milletçe galip çıkabilmemizin tek yolu vardır; o yolda mutlaka bizim biz olarak kalabilmemiz ve kendi kültür değerlerimize sahip çıkma şuurunu ortaya koyabilmemiz.

İnsanoğlunun yaradılış fıtratında mevcut olan paylaşım duygusu, ne yazıktır ki içinde yaşamakta olduğumuz zaman diliminde birtakım emperyalist odaklar tarafından başkalarına hükmetme veya hedef aldıkları milletleri kendilerine benzeterek imha etme gibi akıl oyunlarında malzeme olarak kullanılmaktadır.

Emperyalist güçlerin veya hegemonyacı odakların sergiledikleri akıl oyunlarına biz genel anlamda “Kültür Emperyalizmi” diyoruz. Milletler arası savaş yöntemlerinin en tehlikeli ve öldürücüsü olan “kültür Emperyalizminin” kullandığı silahlar ve uyguladıkları stratejiler son zamanlarda bir hayli değişerek çok tehlikeli boyutlar kazanmış durumdadır.

Yazılı veya görsel medya üzerinde oldukça ağır bir baskı ve tahakkümü olan dış odaklar bu konularda çok ciddi ve sinsi çalışmalar içerisindedirler. İnternet günümüzde kültür savaşçılarının en öldürücü silahı haline gelmiştir.

Son yıllarda gündemimize düşen, kültürler veya dinler arası diyalog gibi kavramlar belki birilerince çok iyi niyetlerle ortaya konmuş projelerdir ama ne yazık ki bizim bu konulardaki iyi niyetlerimizi birileri çok ciddi anlamda ters yüz ederek kendi çıkarlarına alet etmektedirler.

Tek dünya devleti, tek dünya dini, tek dünya milleti projesini uygulamaya koyanlar adım adım hedeflerine doğru ilerlerken, yaptıkları bu büyük tahribat insanların beyinleri üzerinde etki yapmaktadır. Zihinsel olarak işgal edilen toplumların kendi markalarını kullanma şuurları kalmayacağından önlerine konulan veya bir şekilde başkalarından kopya ettiği markayı kullanır hale gelirler.

Türk toplumu bu noktada çok ciddi saldırıların muhatabı olmuş bir toplum olarak artık geç kalmadan aklımızı başımıza alıp altımızın kaymakta olduğunu idrak etmemiz gereken günlerden geçiyoruz. Tedbirler geliştirme konusunda kaybedebilecek zamanımız, nede geri çekilip terk edebileceğimiz ne bir kültür kalemiz nede sosyal veya ekonomik alanda tek bir kale burcumuz dahi kalmamıştır.

Sosyal veya dini hayatımızla birlikte siyası ve ekonomik hayatımız da tamamen işgal altına alınmış durumdadır. Neyin bizim olduğunun veya neleri başkalarından kopyaladığımız konularında henüz ortak bir kanat sahibi değiliz. Her kafadan farklı sesler çıkmakta.
Bir takım medya şövalyeleri de beslendikleri veya hegemonyasına girdikleri odakların güdümünde toplum hafızamız üzerinde şeytan dansı yapmaktadır.

Bizi biz yapan maddi değerlerimiz akıl oyunlarıyla hırsızlanmakta veya manevi kıymetlerimiz çağdaşlaşma adı altında çözülmekte ve çürütülmektedir. Şimdi millet olarak, toplum olarak çok acı bir çözülmenin kıskacında ölüm terleri dökmekteyiz.

Bu hastalıkların arka planında yatan en büyük gafletimiz; başkalarını taklit etmek, en büyük kabahat ve günahımız da kendi aslımıza sırt dönerek geçmişimizden kopuk yaşamamızdır.

Elbette hiçbir toplum geri vitese takarak hayat yolculuğunu sürdüremez. Elbette her toplum sürekli bir şekilde ileri vitesleri kullanarak geleceğe doğru yol alacaktır. Ancak; ileri vitesi kullanırken de önemli olan trafik kazasına sebebiyet vermemektir.

Bir toplumda sosyal ve ekonomik anlamda frenler patladığı zaman o toplum kaoslara sürüklenmiş olur ve bundan da en çok o toplum üzerinde hesap yapanlar istifade ederler.

Açık ve net söylemek icap ederse, bütün insanlık günümüzde trafik kazası yapmış ve bütün insanlık ne yazık ki yaralı durumdadır. Ne yazık ki bu kazada yaralananlara ilk yardım müdahalesini yapacak veya yapması gereken toplum doktorları dediğimiz sözde aydın ve entelektüellerimiz de taklitçilik ve kopyacılık illetine yakalanmışlardır.

Türkiye’nin belki de en büyük açmazı milli aydın zafiyetimizdir. Türkçe düşünen, Türkçe bakıp gören aydın tipini ne yazık ki yetiştirebilmiş değiliz. Beyin göçü veya beyin hırsızlığı kanalıyla da yetişen evlatlarımız bizden koparılmaktadır.

Birileri Atatürk adına bu milletin sosyal dokusunu tahrip ederken başka birileri de din adına milletin imanını hortumlamakta ve millet evlatları da afyondan daha beter etki eden sefalet ve açlık içerisinde olup bitenlere akıl verememektedir.

Türk toplumu bu gün her alanda trafik kazası yapmış şartlardadır. Şükürler olsun ki yaralı durumdayız ve tedavi olma şansımız vardır. İhtiyacımız olan tek şey çok iyi yetişmiş ve Türklük karakter ve şahsiyetiyle donanmış, İslam in nuruyla gönülleri ısınmış insanlardan oluşacak toplum doktorları kadrosu ile yaralılara tedavi uygulamaktır.

Bu tedavinin baş aktörleri elbette bu ülkenin kaderine hükmeden siyasilerimiz, üniversitelerimiz, eğitimcilerimiz ve gerçek din adamlarımızdır.

Siyasilerimiz, aydınlarımız, din adamlarımız ve toplum bireylerimiz hep birlikte Türkçe düşünüp Türkçe konuşmaya başladığımız zaman doğru yolu bularak yeniden yeni ufuklara doğru kanat çırpma güç ve kudretini elde etmiş olacağız.

Türkçe düşünüp Türkçe yaşamanın dışında bu millete farklı yolları gösterenler ya ihanet içerisindedirler ya da delalet denizinde boğulan zavallılardır. Bu milletin kimliğine yeniden dönüş yapmadan, her şeyin gerçek sahibi Allah’ın ipine sıkı sıkıya sarılmadan sıkıntılarımızı aşabilmemiz mümkün değildir.