MEDENİYET ÂHENGİNİN SESİ: AYASOFYA

D. Ali TAŞÇI

Müzisyenlerin iç dünyalarını hep merak etmişimdir: Sesleri mi gönüllerini taşırıyor, yoksa gönüllerinin coşkusu mu seslerine yansıyor? Hangisi olursa olsun, derûni sese kulak tıkamak mümkün değildir.
    Bazen hepimizin içi çeşitli nedenlerle coşar, ama sesiniz buna tercüman olamayınca boğulur kalırsınız. Ses muhteşem; ne var ki, gönül buna tercüman değilse, olamamışsa bu sefer hedef kitlesini vurur.
    Müzik bıçak gibidir; öldürür de diriltir de. Bıçak, katilin elinde öldürücü, doktorun elinde dirilticidir. Gönülde demlenen seslerin ne denli diriltici olduğu ortada da, derin kuyularda yılanlarla dans edenlerin çıkarmış olduğu “fıss” sesleri tekin değildir.
    Sahnede icra edilen müziği dinliyorum. Enstrümanlara bakıyorum, hiçbiri kültürel kodlarımızın ürünü değil. 
    Biraz sonra müthiş bir gürültü (Adına çok sesli müzik mi diyorlar?), içime adeta taş yağdı! Fakat salondaki gençler kendilerinden geçmiş! 
    Dikkatimi çeken ne oldu biliyor musunuz?
    Mekanik sesler, insan sesini bastırıyor. Doğal insan sesi adeta yok veya çok mahcup. Eşyanın sesi o kadar çığlık çığlığa ki, bunun yanında insan sesi zavallı kalıyor. 
    Eşya ve insan ilişkisi müzikte bile eşyanın galibiyeti ile sonuçlanmış.
    Modernizm bunun adı olsa gerek:
    Eşya hâkim, insan mahküm.
    Eşya galip, insan mağlup.
    Eşya söyleyen, insan susan!
    Aynı sahnede biraz sonra aynı mekanik tür müzik eşliğinde bir de pandomim gösterisi sunuldu. Bir çeşit sözsüz tiyatro oyunu olan pandomim, Yeni Çağ ve yeni tiyatroyla birlikte mistik konulardan uzaklaşarak modernizmin kucağında adeta mekanikleşmiş.
    Mekanik bir müzik ve robottan farksız birilerinin hareketleri…
    Charlie Chaplin (Şarlo) sessiz sinema döneminde bu türün ilk temsilcisi olmuş; ama bir oyunu var ki, orda makineyi yerden yere vurur:
    Bir fabrikada çalışan işçilere, yemek saatinde önlerine konan kaptan, otomatik kaşıklarla yemek yedirilirler. Makinenin koluna bağlı olan kaşık gelir, işçinin açık olan ağzına uzanır ve yemeği ağza boşaltır. İşçiye sadece yemeği çiğnemek ve yutmak kalmıştır. 
    Fakat makine bu, kolun bir cıvatası gevşeyince kaşık gelir, ağızdan on santim önde yemeği boşaltır. Asıl komedi bu değildir; traji-komik olan, arkadan başka bir makinenin koluna takılı mendilin gelip ağzı silmesidir!
    Bu, harika bir makine hicvi/yergisidir.
    Uygarlık, ruhsuz eşyalar yığını olsa gerek; orda insan, eşyanın kuludur. Orda merhamete, vefaya, sevgi ve aşka, yardıma ve daha birçok insani duyguya rastlayamazsınız. Çünkü her şey “sahip olmak” adına kodlanmıştır. Uygarlık kasası “sahip olmak” barkotundan başka hiçbir şeyi okuyamıyor ve onlara geçit vermiyor. Oysa insan çekirdeği medeniyet bahçesinde “olmak” üzerine filiz verir.
    Bu nedenle “uygar” toplulukların savaşları eksik olmaz; çünkü onların gıdası “sahip olmak”tır.
    Medeni toplumlar ise “olmak”  filizi verdiklerinden, bahar rüzgârında sonsuzluk şarkısı söylerler.
    Müziğe dönmek istiyorum:
    Hz. Mevlâna musiki için “Evrenin dönüş sesi” der. Evren “Huu!” sesiyle döner ve bir ritmi, ahengi sergiler. 
    Muhteşem bir bestenin, evren orkestrası tarafından icra edilmesinin adıdır, musiki. 
    Müzisyen, gerek bestesinde, gerek ses ve saz icrasında, iç dünyasındaki evrenin sesine sesini katamıyorsa, onun icrası yaban ve yabancıdır. Her yaban gönül vurucu olduğundan, bu tür müzikler insanları kendilerine yabancılaştırır. Bu yabancılaşma evrenle de uyumsuzluğu beraberinde getirir. Dolayısıyla hayatın her alanı bu yabancılaşma virüsüne hedef olur.
    Ve isyanın adı “müzik” olur.
    İsyan, uygarlığın virüsüdür ki burada iç yolculuk yok, yol vurmak vardır.
    Her sazın ve sözün bir ritmi vardır. Notasız ve akortsuz eser olmaz. Evren de müthiş bir ahenkle ve aşkla döner durur. Medeniyet, bu ritmin akort edildiği yeri tanıyarak, dünya düzenini kurmanın adıdır ve yolu sonsuzluğa çıkar. 
    İnsan kendi iç dünyasının ritmini yakalarsa evrenle bütünleşir ve tsunamilerden kurtulur. İşte bunun adı “ibadet”tir. 
    Fatih Sultan Mehmet, kendi iç dünyasında bu ritmi yakaladığı için İstanbul’u almak ona nasip oldu. Ve bu ritmin somut biçimi de Ayasofya oldu. Ayasofya, Fatih’in müminlere kıyamete kadar armağanıdır. 86 yıl bu ahenk kesildi ve ümmet tsunamilere maruz kaldı. 10 Temmuz 2020 itibariyle akort düzeldi, âhenk tarihi rayına oturdu. Yahya Kemal “Bir tel kopar ve âhenk ebediyyen kesilir.” diyor. Kopan tarihi teli onaran ve bu milletin değerlerine yabancı olmayanlardan Allah razı olsun.
  
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci