NE TUHAF!

D. Ali TAŞÇI

 

                İnsan, cennetten ayrılarak dünyaya düşmüştür. Bu nedenledir ki, dünyadaki her şey ayrılık üzerine kurulmuştur. Ölümün saltanat kurduğu bir dünya da ( ki, ne zaman geleceği hiç belli olmaz.) ayrılığı göz ardı etmek, adeta bakar kör olmak gibidir.

                Her ayrılık hüzünlüdür ve ardından gözyaşları bırakır. Veda sahnelerinin duygulu anlarını hepimiz bir biçimde yaşamadık mı? İç dünyamızın duygu tünelleri zaman zaman tıkanıp nefes almakta zorlanmadık mı?

                Ayrılık üzerine kurulu bir dünyada insanın bütün hayatı aramak (arayış)adına koşuşturmaktır; çünkü hayatın formülü budur, bundan kaçınmak mümkün değildir. İnsan dünyaya gözünü açar, ağlayarak hava arar. Acıkmıştır, yemek (süt) arar. Aile ocağında sevgi arar; eğitilmesi için okul arar. Hayata tutunabilmek için iş arar, ev arar. Sonra daha mutlu olmak için eş, evlat arar. Makam, mevki, itibar arar. Sonra?...

                Bütün bu arayışların sonunda insan acaba neyi arar? Ölümü! (Yüzünüzü öyle buruşturmayın, çünkü o, bütün yüzleri yalayacaktır.) Ölüm ne demektir? Ölüm bütün sevdiklerinden ayrılmaktır. Öyleyse ayrılık acısını çekmeyecek insan yoktur. En büyük acıyı da, dünyada çok sevdiği şeyler bulunanlar olacaktır; çünkü onların biricik sevgililerinden ayrılışı çok zor olacaktır.

                Ayrılık + Arayış = Dünya ( amaç )

                Ayrılık + Arayış = Dünya ( araç )

                Hayatın tüm formülü işte budur. Bakınca her ikisi de aynı formül, ama (amaç) ve (araç) farklılığı var ki, işte bu, zihin dünyasını ikiye ayıran çok derin ve anlamlı hayatı kavrama biçimi veya kavrayamama sendromudur.

                Dünya, arayışın öznesi olursa, kendi içinde insanı boğar, onu fıtratına (yani özüne ) yabancılaştırır ve içindeki fanilik duygusunu körelterek kendine kul-köle ederken, gün gelir ayrılık acısını içine doldurur.

                Dünya, arayışın nesnesi olursa, kendi içinde insan olgunlaşır, fıtratını tanır, aynada kendini görür ve içindeki fanilik duygusunu canlı tutarak ayrılık acısını değil, vuslat aşkını tadar.

                Arayıcı olan insan, salt akılla arar olmuşsa ve faniliği hiç gündemine almamışsa, bu insanların kuracak oldukları sitelerin adına “Uygarlık” denir. Burada dünya amaçtır ve her şey sahip olmak üzerine kurgulanmıştır.

                Arayıcı olan insan, salt akılla değil de vahyin ışıklandırdığı akılla ve faniliği içselleştirerek bir dünya sitesi kurmuşlarsa, bunun adına “Medeniyet” denir. Burada dünya araçtır ve her şey olmak üzerine kurulmuştur.

                Uygarlık sitelerinde insan kendi özüne yabancıdır, olmak zorundadır; çünkü orada insan geldiği yeri hatırlayamamakta ve sürekli acı çekmektedir. Bu acı hem geldiği yeri hatırlayamamanın getirdiği acıdır, hem de fanilikle ruhlarını tanıştıramayanların ayrılık acısıdır ve dayanılmazdır. Bu dayanılmazlığı yok edecek olan en önemli “buluş” içkidir, geçici de olsa kendini unutmaktır. İçki çare değilse, intihardır veya çıldırmaktır (cins kafalar için). Bu acılar, insanı hareketli kılmıştır. Diş ağrısı, böbrek sancısı çeken insan bir yerde sabit durabilir mi? Uygarlık acısı ise hiçbirine benzemez, bunun adı “varlık acısı” dır. Uygarlığın bütün amacı dünya olduğu için, bir “dünya cenneti” onun hayalidir. Aslında bu, onun fıtratındaki cennet kodunun çarpık biçimidir. Çarpıktır, çünkü faniliğin egemen olduğu yerde cennet hayalden öteye geçmeyecektir; ümitsiz bir dünyadır. Fıtrat tohumu, uygarlık toprağında yeşerememektedir.

                Medeniyet sitesinde ise, ayrılık acısı, iman denilen sonsuzluk binitiyle dindirildiğinden insan, çelişkiler içerisinde bocalamamakta ve dünya denilen fani diyarda olabildiğince mutluluğu tadabilmektedir; çünkü ümidi vardır. Burada dünya araç olduğundan, onun kaybı söz konusu değildir; çünkü zaten kaybedilecektir; asıl önemli olan Mutlak Varlık’ın kulu olabilmektir. Uygarlık sitelerinde içkinin nasıl bir kandırıcı ve geçici ruhu uyuşturma ve acıları bir nebze olsun dindirme özelliği varsa, medeniyet yurdunda da ibadetlerin geçici ve kandırıcı değil, kalıcı ve oldurucu kendini bulma-tanıma ve sonsuzluğa hazırlama özelliği vardır. Biri nefse hitap ederken, diğeri ruhu aydınlatmakta ve “Sırat-ı Müstakım”ı göstermektedir. Fıtrat tohumu burada yeşermekte ve meyve vermektedir. “Varlık acısı” burada Mutlak Varlık’ta “yok olma” aşkıyla neticelenmektedir.

                Aslında her ikisi de “beka”yı arıyor, ama biri bunu dünya ile sınırlıyor (sekülerizm), diğeri ise dünyayı, arayışının nesnesi olarak görüyor ve sonsuzluğa doğru yol alıyor. Uygarlık, bulamamanın hırçınlığı, savaşı; medeniyet ise bulmanın rahatlığı, huzuru ve barışıdır. Aradığını bulamayan insanın haliyle aradığını bulan insanın hallerine bakınız, uygarlıkla medeniyeti daha iyi kıyaslarsınız.

                Uygarlık sitelerinde kurulan her şey, her kurum (hukuk, edebiyat, sanat, ekonomi, mimari, siyaset, teknolojinin kullanım biçimi…) seküler bir anlayışın ürünüdür ve insan ruhuna aykırıdır; “sahip olmak” üzere kurgulandığından fıtrat vurucudur ve savaş düzeni üzerine kurulmuştur; çünkü burada “insan insanın kurdudur.”

                Medeni dünya ise bunun tam tersidir; insana fıtrat bahçesi kurduğundan, buradaki her birim (hukuk, sanat, edebiyat, ekonomi, siyaset, mimari, teknolojinin kullanım biçimi…) insan fıtratıyla uyum içinde olduğundan ruh özgürdür, barış yüklüdür ve metafiziksel açılıma hazırdır.

                Hz. Mevlâna’nın “ney” metaforu bu açıdan çok önemlidir. Ney, kamışlıktan kopmuştur ve sürekli inlemektedir; ama onun bu inleyişini, onu tanıyanlar, bilenler ancak anlamaktadır.

                Nefesini kaybeden insan ney’e üfleyemez veya üfleme biçimini bilmeyen ney’den ses çıkartamaz. Uygarlık, bu nefesi kaybettiğinden ney inlemelerini değil, nefes hırıltılarını duymaktayız. Ve bunun adına da “uygarlık” diyoruz! Ne tuhaf!

Not: Dün gece ülkemizin, Süleyman Şah Türbesi adına giriştiği hareketin neticesinin milletimiz adına hayırlı olmasını Allah’tan diliyorum.

                                       D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com)  Twitter:@DAliTasci