SAKIN KAPININ ÖNÜNDE DURMA

D. Ali TAŞÇI

Hatıraların insan hayatında ne denli önemli bir yeri olduğunu hepimiz biliriz. Hele çocukluk anıları, yaşımız ilerledikçe, adeta yeni yaşanıyormuş gibi karşımıza çıkıverir. Hatıralar içinde öylesine enteresan detaylar vardır ki, bu küçük ayrıntılar bazen tarihe de ışık tutabilir veya bir tecrübe olarak karşımıza çıkar.

Çocukluğum köyde geçti. Ailemiz genişti; annem, babam, babaannem, halam, kardeşlerim hep bir arada yaşardık.

Eski köy evimizin alt katı ahırdı. Birkaç tane inek saklardık. Ahırın üzeri tahta döşemeydi. Gece yatağa girdiğim zaman, ineklerin nefes alıp verişlerini duyabiliyordum.

Rahmetli babaannem ahırın reisiydi; kaç tane hayvan saklanacak, onlar nasıl beslenecek hep o karar verirdi. Annem ise, hayvanların beslenmesi işleriyle ilgilenirdi. Halam daha çok evin iç işlerini denetler, yemekleri genellikle o yapardı ve çok güzel de yemek yapardı. O kadar ki köyün düğünlerine aşçı olarak halam götürülürdü. Babam ise evin geçimini üstlenmişti. Biz çocuklar bu sevgi denizinde yüzdükçe yüzer ve sahile çıkmayı hiç istemezdik.

Kış boyunca hayvanlar ahırda beslenirdi. Yazın büyük emeklerle biçilen otlar kurutulur ve kışın hayvanlar onunla yemlenirdi.

Bahar gelince, bahçede çimler yeşerince evde bir hareketlilik başlar, babaannemin telaşı artardı. Ahır kapılarının açılacağı ve ineklerin bahçeye salınacağı zaman gelmiştir. Babaannemin o müthiş uyarılarını hayatım boyunca hiç unutmadım ve kulağıma hep küpe olarak kaldılar:

“Evladım, ahır kapısını açıp, hayvanları bahçeye salacağım. Bu hayvanlar bir kış boyu gün yüzünü görmediler; sakın kapının önünde durma, seni ezip geçerler!”

Ahır kapısı açılır, inekler hışımla bahçenin ta dibine kadar hoplaya zıplaya koşarlar, sonra kendi aralarında güreşe tutuşurlar ve ardından da sakin sakin otlamaya başlarlardı.

Babaannemin ahır metaforunu şöyle anladım:

İnsanları fiziken veya zihnen esir ederseniz, ilk özgürlüklerine kavuşacak oldukları anda önlerine çıkacak her şeyi ezip geçebilirler. Yanan bir ormanın önünde durursanız, en korkak hayvan bile, can havliyle yangından kaçarken sizi ezip geçebilir. Her baskı, mutlaka bir patlamaya neden olabilir.

Tarihin hudutları içine hapsolmuş bir toplum, zincirlerini kırarak hayata açılırken dikkatli olmak ve süreci iyi yönetmek gerekir; çünkü her yenilik göz kamaştırır ve görmeyi bir süre engeller.

Bahar ve yaz mevsimlerinin benim geçmişimde çok müstesna bir yeri vardır. Rahmetli babaannemle inek çobanlığı yapardım. “Kerem ile Aslı” kitabını, bu çobanlığım esnasında, çimlerin üzerine yatarak ve ağlayarak okuduğumu hiç unutamam. Bunun dışında daha birçok masal kitabını ben, çobanlığım esnasında ve zihnimde kurguladığım masallar arasında okudum.

Hayallere dalardım, doğanın gizemine kendimi kaptırır ve uzaklara bakarak bir şeyler anlatmak isterdim; ama kelimelerim kifayetsiz kalırdı. Kelimelerle dost oluşum, içimin barajını doldurmak ve zihin bahçemi sulamak içindi.

Halam bilge kadındı. Kocası ve ardından da oğlu öldükten sonra baba evine gelmiş ve daha evlenmemişti. Onun bilgeliğinin, hüznüyle ortak olduğunu da söyleyebilirim. Bize karşı sevgisinde sınır yoktu. Osmanlıca okuryazardı. Ben ilmihal bilgilerimin temelini, onun, özellikle kış gecelerinde, bize okuduğu “Mızraklı İlmihali”yle attım. İslam tarihinden bize gözyaşlarıyla anlattığı sayfalar, gönlümüzde altın sayfalar olarak kaldı.

Babam hafızdı. Bir Kur’an-ı Kerim’i vardı ki dillere destanlık! 1930’ların başlarında hafız olmuş. Hafızlığını, kızılağacın tepesinde yapmış. Kara üzüm asması verilen kızılağaca hocasıyla birlikte çıkıp, orada üzüm topluyorum bahanesiyle hocasına Kur’an’ı talim etmesi niçin mi idi? Çünkü Kur’an okumak yasaktı da ondan!

“Evladım, bu Kur’an’ın neler çektiğini bir ben bilirim, bir de Allah” der ve ağlardı babam. “Onu kimseler görmesin diye göğsüme alır ve jandarma korkusuyla hızlanan kalp çarpıntılarıma şahit tutardım.” der ve hıçkırıklara boğulurdu. Biz çocuklar, onun sabah namazından sonra yanık sesiyle okuduğu Kur’an ve kuş sesleriyle uyanırdık hayata. Besmeleyle sofra kurulur, gülümseyen yüzlerden dökülen mutluluk sağanağı altında kahvaltımızı yapar ve herkes kendi işine koyulurdu.

Annemin bir süt makinesi vardı; içine Besmele’yle süt doldurur ve makinenin kolunu çevirirdi. Bunu yaparken, makinenin iki yanından sarkan muslukların birinden kaymak, diğerinden kaymaksız süt akardı. Kaymak tarafındaki musluktan çok az kaymak akardı. Bu kaymaklar biriktirilerek yağ yapılır, çok olan sütten de peynir veya yağsız yoğurt yapılırdı.

Annem söylerdi:

“Evladım, insanların da iyileri, bu kaymak gibi azdır; bunu hiç unutma!”

Ortaokula gidinceye kadar hep rahmetli babaannemle yattım; çünkü dedem yoktu. Dedem otuz dokuz yaşında vefat edince, babaannem otuz üçünde dul kalmış.

Beni yün yatağına yatırır ve kulağımın dibinde yanık sesiyle,

“Şol cennetin ırmakları/ Akar Allah deyu deyu

Çıkmış İslam bülbülleri/ Öter Allah deyu deyu.” ilahisini okur ve ben o güzel nağmelerle uyur ve rüyalarıma gümüş kanatlı kuşlar girerdi.

Ben bilmezdim bunun bir ilahi olduğunu. Ne zaman ki ortaokula gittim, bir kitapta bu şiiri gördüm, çok şaşırdım. Şirin yazarı da Yunus Emre adında biriydi. Yunus Emre’yi çok sevdim; çünkü o, babaannemin sevgilisiydi. Babaannemin sevgilisi, benim de sevgilim olmuştu. Yunus’un ardına düştüm ve edebiyatçı oldum.

Eğitim, endirekt algıların bir açılımıdır, desek yanılmayız. Fıtrat tohumumu babaannem patlattı ve ailemin sevgi bahçesine düşürerek beni, kendimle tanıştırdı. Evet, eğitim, fıtrat tohumunun açılım sürecidir. Bu süreçte insan, satrançtaki oyun çeşidi kadar özgür ve fakat kuralları kadar da bağımlı.

Şimdi düşünüyorum da yedi numaralı gaz lambası altında dinlediğimiz gönül hikâyeleri, masallar ve okuduğumuz kitaplar mı bizi daha iyi terbiye ediyordu yoksa TV dizileri, internetin karmaşık dünyası, birbirinin kurdu olmuş insanların eğitim anlayışları mı çocuklarımızı daha iyi terbiye ediyor, merak ediyorum.

Her çağın gözdesi farklı farklıdır; ama ben babaannemin bahar başında ahır kapısını açışındaki uyarısını hiç unutmadım:

“Oğlum, sakın kapının önünde durma, canından olursun!”