SEVGİLİ ÖĞRETMENİM!

D. Ali TAŞÇI

 


            Sevgili öğretmenim, hocam; aklımın ışığı, gönlümün nûru; yol göstericim, istikbalimin mimarı!.. Yoo… yılsonudur diye değil, ama nicedir sana mektup yazmak istiyordum, bugüne nasipmiş.


             Sevgili öğretmenim, senin en çok neyini seviyorum biliyor musun? Bana ürperti verişini!.. Seni gördüğüm zaman heyecanlanıyorum!.. Bir insan bir suç işler, suçuna tanık olan birini görünce heyecanlanır; çünkü suçu açığa çıkabilir. Ya da hazine, define saklar, onu çıkarırken elleri titrer; ya birileri görmüşse!..


             Suçumun da mimarı sensin, hazinelerimin yerini bilen de. Bunun için sen bana ürperti veriyorsun, sevgili öğretmenim.


             Varlığımın temsilcisi sensin, ülkemin de. Memnunsan eserinden, mesele yok; fakat memnun değilsen, çözüm üretecek olan da sensin. Deme bana: “Bana verilen şey buydu, bunlarla ancak bu kadar yapabildim.” Sakın bana şunu da deme: “Emir kuluydum!” “Allah’ın kulu” olmayı denedin de mi başaramadın? Sen bir “aydın”sın, olmak zorundasın. Aydın, “öteki”nin temsilcisidir, öğretmenim. Şikâyetim boşuna değildir; ben “öteki”ydim, bana el uzatmadın. Ben Anadolu’ydum, benden yüzünü çevirdin. Döndükçe yüzünü “işgalci”lerime, senin de yüzün karardı, gönlünü küller kapattı. Nicedir sen yorgunsun, ben bitkin ve hedefsiz. “Hedef” bellettiklerinin birer seraptan başka bir şey olmadığını, babamın hâline bakıp görebiliyorum. Babamı da sen eğitmiştin, o da çöllerde yitip gitti serabın ardından. Şimdi ben de aynı yoldan mı gideyim? Ne dersin?


             Sevgili öğretmenim;


             Seni seviyorum. Ve ben sevgide öyle bir güç görüyorum ki, hayalimdeki bu sevgi gökyüzünde olsaydı, gökyüzü çatır çatır yeryüzüne inerdi. Yıldızlarda olsaydı bu sevgi, parça parça yere düşerdi. Dağlarda bürüseydi bu sevgi, dağlar yerinden kalkar yürürdü. Ama öğretmenim, ne sen düşüyorsun öğrencin adına yere, ne ben yürütebiliyorum dağları sevgimle. Burada bir tıkanma var, ama çözemiyorum.


             Öğretmenim, fedakârlığını inkâr mı ediyorum? Çarpılırım! Sınıfta koyvermiştim, altımı değiştirdin. Ağlıyordum, gözyaşlarımı sildin. Başım düşmüştü yere, onu sen kaldırdın. Arada bir kulaklarımı çekmedin de değil, ama babaydın, anaydın, sana yakışıyordu, kimsenin de bir diyeceği yoktu.

 

              Ve fakat öğretmenim, bir gün beynim yanıyordu. Yüreğim tutuşmuştu! Kıvranıyordum! Kendimi sorguluyordum; evreni, Tanrı’yı “sorguluyordum!” Gözlerim ateş ateşti, sesim titrekti, korkaktı. Ürküyordum. Ürktüğüm için de isyan ediyordum. İsyanımda sen yoktun, hatta kulaklarını tıkadığını isyanıma, hissediyordum. Bir yere gelmiştim ki senin bilgilerin bana yetmiyordu, beni doyuramıyordun; ama seni de aşamıyordum. Boşluktaydım, paraşütsüz düşüyordum yere! Sense, görevini yapmış olmanın vermiş olduğu huzurla, yüzünü benden çeviriyordun. Bilmiyordun öğretmenim, “nerden geldiğimi, nereye gideceğimi, ne olacağımı...” Ama hiçbirinden haberin yoktu. Bense boğuluyordum. Asya’da, Avrupa’da, Amerika’da; dünyadaydım. Zenciydim, beyazdım, sarıydım ne fark eder? Türk’tüm, Arap’tım, Fransız’dım, İngiliz’dim değişir mi? İnsandım öğretmenim, insan! Ben yalnızca beş duyunun çocuğu değildim, “sonsuz”dan da süt emmiştim. Bana meme veremedin öğretmenim, yüzümün renginin soluk oluşu bundan, vitaminsiz kalışım da.


             İsyanımla başbaşaydım, yumruklarım sinir damarlarımı zorluyordu. Sen bana “öte”yi, sen bana ruhumun vatanını gösteremeyince, ben hayattan boşaldım; esrara, eroine, uyuşturucuya, cinselliğe, şiddete kaçtım. Ben, sana inat olsun diye yapmadım bütün bunları, ben “ben”i arıyordum; onun için uğradım bu çağdaş mabetlere. Yazık, oralarda da bulamadım kendimi. Adressizdim; bana bir adres veremedin; yitik oluşum bundan, sevgili öğretmenim.


             Şimdi “modern” bir insanım. Eserinim. En hızlı arabalara sahibim. Gökdelenlerden bakıyorum yeryüzüne. Gazetelerim, televizyonlarım, bankalarım var. Paris’te, Londra’da, New York’ta sevgililerim düzinelerce. Şimdi bir ülke değil, ülkeler yönetiyorum dünyada. İstediğim her şey yanıbaşımda. Ne var ki öğretmenim, mutlu değilim ve mutluluğun da şifresini bilemiyorum. Arada bir de senin elini öpmeye geliyorum işte.

           

            Cesedimi aşmayı ve ruhumla tanışabilmeyi bana öğret(e)medin, öğretmenim. İnanıyorum ki bunu sen de bilmiyordun. Kavga, kaplardaydı; kapları kırıp suları birleştiremedin. Sularda kavga değil, barış olacağını sen de görecek ve mutlu olacaktın.


             Ama öğretmenim, “ben”i hâlâ bulabilmiş değilim. Bu arayışım esnasında “Yunus Emre” adında bir amcaya rastladım, bana bir şey söyledi ki, ürperdim! Yıllar boyu ne senden duymuştum bunları, ne sen duymuştun birilerinden. Öğretmenim, biliyor musun senin öğrettiğin bütün bilgileri, bir bilgisayar tuşu gibi, sildi götürdü beynimden. Unuttum her şeyi. Yunus Emre amcamın söylediklerini merak ediyorsun. (Sana da tavsiye ederim)


Beynimi, gönlümü ve ruhumu açan, insanlığımla tanıştıran, beni yeniden doğuran o sözler şunlardı öğretmenim:


“Beni bende demen, bende değilem,
Bir ‘ben’ vardır bende, benden içerû”


Ellerinden öperim, sevgili öğretmenim!..

D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci