Ürettiğin oranda güçlüsün

Şaban Ali YILDIZ

Bir ekonomide aslolan, üretilen mal ve hizmetin kilo, metre vs. ölçülebilen miktarıdır.

Bir ekonomi, bir dönemde ne kadar çok üretiyorsa veya başka bir deyişle kişi başına üretilen üretim miktarı ne kadar yüksekse o ekonomi o kadar güçlüdür demektir.. Açık piyasa modellerinde bir ekonominin gücü bir dönemde dışarıya sattığı mal miktarı ile ölçülür.

Dışarıdan aldığından ne kadar fazla satıyorsa, yani ne kadar dış ticaret fazlası veriyorsa o oranda o ekonomi güçlü kabul edilir. Ya da tersi olarak bir dönemde ne kadar dış ticaret açığı veriyorsa, yani dışarıdan aldığı mal, dışarıya sattığı maldan ne kadar fazla ise  o oranda ekonomisi zayıftır denir.

Yani dış ülkelerle üretim ve satış miktarları bazındaki fazlalık olan dış ticaret rekabet gücü ne kadar yüksekse o seviyede ekonomisi güçlüdür denir.

Gelgelelim üretilen bu mal ve hizmetlerin parasal karşılığı olan fiyatlarla yapılan hesaplamalar, yani üretimin finansal yapısı, ekonominin nominal değeri, tamamen yukarıda tanımlamış olduğumuz gibi ekonominin uluslar arası rekabet gücüne göre belirlenir.

Bir ülkenin fiyatlar genel seviyesini, faiz oranlarını, ulusal paraların birbirine karşı üstünlük dereceleri olan döviz paritelerini, enflasyon oranlarını vs, o ülke ekonomisinin dönemsel ve miktarsal olarak ürettiği ve dışarıya satabildiği mallar belirler. Buna göre ülke paralarının nominal değeri belirlenir, faiz ve enflasyon rakamları buna bağlı olarak yükselir veya azalır. Dolayısı ile kötü giden yani yeterli üretimi olmayan ve krizler yaşayan bir ekonomiye ne kadar finansal ve mali, yani parasal değerlerle müdahale edilirse edilsin, bu çabalar üretim artışı gerçekleştirmeden uzaksa hiçbir fayda sağlayamaz. 

Şimdi burada hemen akla klasik iktisatçıların bir dönem hararetli savundukları mukayeseli üstünlükler teorisi geliyor.

Bu meşhur teoriye göre ülkeler her alanda üretim yapmamalı. Bunun yerine sadece uluslararası alanda en yüksek rekabetle ve en düşük maliyetlerle yapabildikleri üretim alanına yoğunlaşmalı ve dışarıya ihraç etmeli, nispeten pahalıya ürettikleri malların üretiminden vazgeçerek dışarıdan ithal etmelidir. Böylece tüm dünyada kaynaklar en etkin bir şekilde kullanılarak bütün dünyaya ferah artışı sağlanmış olur. (Hatta hatırlayalım 1950’lere kadar kendi uçağımızı üretirken, ABD tarafından hazırlanıp 1947-51 yıllarında uygulanan ve Marshall yardımları diye adlandırılan ünlü emperyalist bir proje ile uçak üretimi başta olmak üzere sanayi ve hatta tarımsal üretimimizi de önemli ölçüde kısıtladık. Buna karşılık birazı hibe ama çoğu kredi borcu şeklinde Amerikan malları almaya başlayarak dışarıya bağımlılığımız adım adım büyümeye aşlar. Zaten ülkemiz dış borçlanmayla ilk o dönemde tanışmıştır.)

Böyle bir sistemin işliyor olabilmesi ancak ve ancak oluşması çok zor birçok varsayıma bağlıdır. Ama gelin görün ki başta ülkemiz olmak üzere ne kadar az gelişmiş ülke varsa, gelişmişler tarafından bu masala inandırılmakta ve birçok alanda üretimden vazgeçtirilmektedir.

Kısa vadede karlı ve mantıklı gözüken bu durum, uzun vadede ülke ekonomilerini zayıflatmakta, sürekli borçlanarak iyice dışa bağımlı hale getirmektedir.

Ülkemizde 2002 den 2007 ye kadar olan 5 yıllık süreçte ekonomide gerçek yüksek büyüme rakamları elde edilmiş ve ekonomimiz büyümüştür. Ne var ki bu yıldan sonra büyüme durmuş, yani üretim yavaşlamış ve borçlanma rakamları yükselmeye başlamıştır. Yeterli teknoloji ve inovasyonla üretimimizi dış rekabet ortamına göre geliştiremedik. Tarımsal üretimimiz bile geriye gitti. Pahalı üretiyoruz diye birçok tarım ürününün üretiminden vazgeçtik ve dışarıdan alır hale geldik. Var olan kıt kaynakları inşaat alanlarına aktardık ve bu şekilde iç piyasaları canlı tutmaya çalıştık. Ama şu sorunun cevabını hiç aramadık: Bu şekilde bir ülke ekonomisi nereye kadar dayanabilirdi? Bu modelle ekonomiyi sürdürebilmemiz ya dışarıdan gelecek sıcak paraya veya alınacak kredilere bağlıydı. Ve biraz bu para girişi zorlanınca tökezlemeye başladık. Döviz piyasamızın hali meydanda.

Atatürkçü ve halkçı iktisatçılarımız,  keşke şu ‘’biz demedik mi ‘’ lafını söyleme ihtiyacını hiç duymasalar ve çizdikleri karamsar tablolar sürekli haksız çıksa. Ama maalesef ki onların önceden uyarıcı tabloları hep haklı çıktı. Keşke küresel ekonomi palavralarına kanıp üretimimizi zaafa uğratmasak ve ne olursa olsun her türlü korumacı tedbirlerle üretimimizi artırma yoluna gidebilsek. Bunu tekrar başarabiliriz ve bunun için ihtiyacımız olan en güzel  en iyi ve muhteşem örnek, 1923-1938 yıllarında yapılan kalkınma hamleleri ile tam bağımsız , üretken ve kendini tarihe yazdıran ve hala bir güneş gibi parlayarak  dimdik karşımızda duran modeldir.. Yeter ki o ışığı takip edelim ve onu görmezden gelerek yönümüzü ve yolumuzu başka taraflara çevirmeyelim.