1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. ŞÖHRETLER NİÇİN YALNIZ ÖLÜR?
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

ŞÖHRETLER NİÇİN YALNIZ ÖLÜR?

A+A-

 

 

                Şöhretlerin/ sanatçıların birçoğu son demlerini yalnız yaşıyor ve yalnız ölüyor. Şöhretlerinin zirvelerindeyken onlar için alkış tutan eller, onlar yaşlandıkça ve icra ettikleri sanattan düştükçe, korkunç bir unutulmuşluk kuyusuna düşüveriyorlar. Daha önce onları baş tacı eden kitlelerin unutması bir yana, en sevdikleri “dostları” da onlardan uzaklaşıyor. Otel odalarında, huzurevlerinde, darülacezelerde nisyana terkedilmiş ne kadar çok “eski şöhret”e rastlarsınız.

                Sanat çok elit bir kavramdır. Sanatkâr olmak da bir seçkinciliktir; çünkü sanatkârlık herkesin işi değildir. Sanatkâr, yaşadığı zamanın ötelerine uzanır, oralardan ses verir. Kendi zamanı onu doyuramaz, mutlu edemez. Ya da var olduğu dönemin anlam kodlarını çözmeye çalışır. Bunları çözdükçe önünde yollar açılır ve o sonsuz bir yürüyüşe çıkar. Halk kitlelerinin ona yetişebilmesi pek mümkün olmaz. Bundan sonra yoluna yalnız yürümesi artık kaçınılmazdır.

                Sözlüklerde on binlerce sözcük mevcuttur. Sözlüğü önünüze koyarsınız ve kelimeleri yan yana dizerek en güzel şiirler yazarsınız! Böyle midir? Şair, ruhunun derinliklerinde demlediği sözcükleri, bir sistem altında, bir ahenk içerisinde mısralarına yedirir ve ortaya muazzam bir şiir çıkar. O, kelimeleri sözlükten değil, gönül deryasından alıp çıkarmıştır orta yere. Yunus Emre, şiirlerinde çok sözcük kullanmamasına rağmen asırların mısralarını gönülden gönüle akıtıp durmuştur. Bugün de sevilmesinin nedeni, neyin nerede olabileceğini çok iyi bildiğindendir. Sanatkâr, varlığın nabzını tutabilendir.

                Müzisyen, bağıran değil, nota ölçüsü içerisinde sesleri uyumlu olarak çıkarabilen, eşyanın içinde saklı duran tınıları, yine aynı ahenkle dışa vurabilendir. Aksi gürültü olur.

                Heykeltıraş, taşın içinde saklı duran heykeli, ahenkli vuruşuyla ortaya çıkarabilendir.

                Mimar, eşyayı yığın olmaktan çıkarıp, ona bir anlam katan, eşyanın dilini çözebilendir.

                Kısaca sanatkâr, sadece ağzının içindeki dille konuşan değil, varlığın dilini çözebilen ve bunları bir ahenk içinde sunabilen insandır. Sanat, varlığa insan anlamını katarak,  varlık yasalarının derin şifrelerini çözüp,  güzelliğin ışığını yakabilme hüneridir.

                Bu dili çözerken, onu nefse bağlayarak hareket ediliyorsa, ortaya garip bir paradoks çıkar: Sanat, onu icra edeni sonsuzluğa çıkarmaz, nefs kuyusuna indirir. Bu durumda sanatkâr adeta ilahlaşır ve kendine kullar arar. Kitleler, onun sağlığında ve gençliğinde ona alkış tutabilirler; çünkü onun nefsi ile bütünleşmektedirler; fakat bu sanatkâr yaşlandıkça, kitlelerin haz duygusunu tatmin edemediğinden unutulur gider. Gençliklerinde alkışlarla yaşayanlar, yaşlandıklarında ilgisizlikten ölebilirler. Nefs oyuncularının dostları olmaz; nefsin yapısı zaten budur. Kim bir anlık hazzı tatmin edebiliyorsa, alkışa layık olan odur. Ya sonrası? Ya haz bitince? Yalnızlık ve unutulmuşluk!

                Mimar Sinan’ın Selimiye’sinin içine girdiğinizde ruhunuz kanatlanır ve sonsuzluk kapılarınız açılır; çünkü orta yerde duran sanat eseri, sizin ruhunuza hitap etmektedir.

                Bu durumda nefse hitap eden sanatçıların son demlerinde yalnız olmaları adeta kaçınılmaz olurken, ruhu kanatlandıran gerçek sanatçılarsa, çağlar geçtikçe daha iyi anlaşılırlar ve asla unutulmazlar. Onlar, gelecek kuşaklara da yol gösterici olurlar. Sanat, modanın peşinden koşmaz, koşana da sanat denmez.

                Sanat, bir nevi yaratıcılıktır; fakat bu zirveye çıktığında Yaratıcı’nın sonsuz kudreti karşısında acziyetini de idrak etmektir. Sanat güzelliktir; ancak Mutlak Güzel’in izlerini görmeden güzeli kalıcı kılmak da mümkün değildir.

                Paris’te bulunduğum yıllarda, sonradan Müslüman olmuş ressam bir Fransız kadınla röportaj yapmıştım ve o günlerde haftalık yayınlanan Yörünge Dergisi’nde bu uzunca röportajım yayınlanmıştı. Ressam kadın, Müslüman olduktan sonra resmi bırakmış ve Hat yazmaya başlamıştı. Paris’te de hat yazarak hayatını sürdürüyordu. Sorularımdan biri şuydu:

                “ Siz, Müslüman olmadan önce ressamdınız ve resim yapıyordunuz. Müslüman olduktan sonra ise resmi bırakarak hat yazıyorsunuz. Her ikisini de bilen birisi olarak, resimle hat arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?”

                Kadın bu sorum karşısında adeta ayağa fırlayarak odanın içerisinde epeyce dolanıp durdu ve heyecanla bana şu cevabı verdi:

                “ Ben resim yaparken adeta ilahlığa kalkıştığımı hissediyordum; ama hat yazarken kulluğumu idrak ediyorum. O dönem çok yorulurdum, yorgunluğumu üzerimden hiç atamıyordum, şimdi ise bir kuş kadar hafif olduğumu söyleyebilirim. İlahlık ne ağır şeymiş ya hu?”

                Sanatkâr ruha sesleniyorsa o, gönül sultanıdır, unutulmaz. Nefse hitap ediyorsa, hazlar tükenince o da biter ve unutulur; çünkü nefs vefakâr değildir.

                İnsanların, son demlerinde unuttukları emektarlara üzülüyoruz elbette,  ama Allah’ın unuttuğu insanları baş tacı yapıyorsak, yolumuz çok çetin demektir. Allah korusun!

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız