1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. İktidardakiler takıyye ile muktedir olabilirler mi?
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

İktidardakiler takıyye ile muktedir olabilirler mi?

A+A-

Bir halkın inançları, kabulleri ve değer yargılarıyla tamamen veya kısmen ya da resmi ideolojinin jakoben anlayışı ile ters düşen birisinin o halkın başında yönetici olması, hem o yönetici için, hem de yönettiği halk için bir eziyet, hatta bir işkencedir. Tarih boyunca siyasal dünyada ve ülkemizin siyasal yaşamında bunun örnekleri o kadar çok ki, hepsini anlatabilmek yasal olarak da ahlâken de pek mümkün değildir.
Türkiye’nin beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ( 1966–1973 ), Genel Kurmay Başkanlığı’ndan cumhurbaşkanı seçildi. Hem Çaykaralı olması, hem de çocukluğunda almış olduğu aile eğitimi dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna otururken ağzından kazaen “Besmele” çıkmış! “ Yedi sene boyunca ben bu Besmele’nin hesabını veremedim.” dediği rivayet edilir.
Halkın çoğunluğu, bir biçimde “inançlı” olduğunu söyler. Kendi köyünde veya dar çevresi içerisinde “göğsünü gere gere” inançlarını savunur ve gereklerini de yerine getirir. Ne var ki, toplumun ve hele de resmiyetin içine girdiği zaman, adeta bambaşka bir tipe bürünür. Ailesi içerisinde, yakın çevresinde hararetle savunduğu fikir ve düşünceler zihninden uçar; onun yerine tam karşıt fikir ve düşüncelerin adeta militanı olup çıkar. İşte Türk eğitiminin en büyük travması budur. Ve bu travma, bugün yaşadıklarımızın resmidir.
Üst düzeyde bir bürokrat veya siyasetçi düşünün: Akşam, ailesi içinde kendi “öz” düşüncelerini bir bir eşine ve çocuklarına, hem de örnekleriyle ve ateşli bir şekilde anlatmış; sabah olunca, resmi törenin başına geçmiş ve akşam söylediklerinin tam tersini, bu sefer daha ateşli bir şekilde, dile getirmiştir. Bu insanın eşi ve çocukları onun için ne düşünürler?
Böyle bir olay Batı’da gerçekleşseydi, adam, ailesi tarafından “deli” diye damgalanırdı. Ama bizde olunca, inanınız, ailesi ve çevresi onun için “iş bilen” yaftasını kullanır.
Neden?
Bu “neden”i dillendirebilsek, PKK’dan Ergenekon’a kadar memleketimizin tüm sorunlarını çözerdik, inanınız! Ama dillendirmeye cesaretimiz yok.
Yıllar önce, yabancı bir dergide komünizmin bir karikatürünü görmüştüm. Komünizmle ilgili (olumlu- olumsuz) onlarca kitap okumama rağmen, bana o karikatür kadar komünizmi iyi anlatabilen bir kitap olmadı.
Halka oluşturmuş bir grup insan. Hepsi, birbirinin arkasına tabanca dayamış; önündekini öldürecek, ama öndeki, sırtından almış olduğu kurşunun acısıyla kendi önündekine ateş edecek. Böylece en sonunda, zincirleme bir şekilde ilk ateş eden de arkasından kurşun yemiş olacak. Kimse korkudan silahını ateşleyemiyor. Gorbaçov ateşledi ve komünizm bitti.
Türkiye’nin birinci derecedeki sorunu “fikir ve inanç özgürlüğü”dür. Bir toplumda fikir ve inanç özgürlüğü yoksa, orada riyakâr, yalancı, düzenbaz, hilekâr, iki yüzlü; kısaca münafık insanlar yetişir. Gündüz nutuk çeken babasını, akşam evde yargılamayan, hatta olan biteni normal, dahası, başarı ve işgüzarlık kabul eden çocuklar yetişir ki bu, ülke için en büyük kayıptır; ne ekonomik krize benzer, ne de başka bir şeye.
“Eğitim ve öğretim” diyoruz. Öğretimin büyük bir bölümü okullarda yapılır; ama eğitimi bizzat toplum yaşantısı, genel ahlâki kabuller ve değerler sistemi meydana getirir. Eğitimin birinci basamağı, haksızlık karşısında susmamak ve doğru bildiğini uygun bir dille söylemektir. Şimdi, bu bürokratın veya ona benzer yöneticinin çocuğu mu söyleyecek doğruyu? Hayatında doğru bir davranış görmemiştir ki söylesin.
Bir ülkenin Cumhurbaşkanını, Başbakanını, bakanlarını ve üst düzey bürokratlarını düşününüz ki, - Evet, kelimenin tam anlamıyla- “takıyye” yapmaya zorlanıyorlar.
Neden?
Nedenini az çok bildiğimiz halde diyebilsek, ülke meseleleri çözülür. “ Kral çıplak” diyemiyoruz. Ya çocuk olmak lazım bunu diyebilmek için ya da deli! Yani cezayı ehliyetinin olmaması gerekmektedir.
Tarih boyunca ülkelerin en zor ulaştıkları merhale, fikir ve inanç özgürlüğüdür. Bu özgürlük olmadan ekonomik özgürlük ve refah da gelmemiştir. Faşizmin despotizmi sonucunda İkinci Dünya Savaşı çıkmış, milyonlarca insan canlarını vererek bedel ödemiş ve Avrupa, kendi içinde tutarlı duruma gelerek kalkınmıştır.
Avrupa’da amaç kavgası yoktur, araç kavgası vardır. İktidara hangi parti gelirse gelsin, ülkesini kalkındırmaktan başka amaç gütmez. Bütün ülke halkının tek dini vardır: Demokrasi! Demokrasi, “kutsal şarap kâsesi”dir; ister onu kiliseye sokarsınız, ister meyhaneye. Laiklik, bu kâselerdeki şarabı değiştirmemiştir; o, sadece kâseleri farklı renklere boyamıştır.
Ne yapalım ki İslam, demokrasi ile aynı değildir, yani örtüşmez ve bu ülkenin çoğunluğu Müslüman’dır. Demokrasi – en geniş ve kâmil anlamıyla- halkın iradesidir. Evet, İslam, halkın iradesini yok saymaz; ama halkın topluca veya yüzde elli birinin dalalette birleşebileceğini de göz ardı etmez. Etseydi, peygamberler gelmez ve tüm halkın kabullerini kökünden değiştirmeye kalkmazlardı.
İslam sadece vicdan dini değildir; bütün hayatı kuşatır. Kan vücuda karışsın, ama hayata müdahale etmesin, demek ne kadar mantıklıdır. Kansız hayat mı olur?
Mekke’de vicdanlar inşa edildi, Medine’de bu vicdanlar hayat kurdu. İslâm’ın inanç ve ibadet kısmı ruh Mekke’sini, muamelat, yani dünya görüşü de beden Medine’sini oluşturur. İslâm, Mekke ve Medine’nin imtizacından doğan medeniyetin adıdır. Ölmeden bedenle ruh ayrılamaz ki! Bütün beşeri sistemler –ki hiçbirisinin ahireti yoktur- sadece bedene göre hareket ederler; çünkü beş duyunun ötesine geçemezler. O zaman bütün beşeri sistemlerde insan eksik algılanmıştır.
İslam, Hakk’ın iradesidir. Hakk, bu iradesini halkla kullanır, ama kendi İlahi kurallarını çiğnetmez. İnsan da İlahi kuralların başı olduğu için, onun da yan çizerek bozulmasına göz yummaz.
İslam’ın olmazsa olmaz ahiret inancı vardır. Gerçek bir Müslüman, ahirette birlikte olamayacağı bir insanı, sistemi veya başka bir şeyi niçin desteklesin? Onun iktidar olmaması için her meşru çareye başvurur. Çağdaş sosyolojinin ırk, dil, coğrafya birliği gibi millet tanımını değil ( Bunları da göz ardı etmeyerek ), inanç (Akide )birliğini öne çıkarır.
Bütün dünyayı altınla donatsan, yeryüzünü gümüş bahçe, gökyüzünü pırlanta tavan yapsan; Müslüman’ın akidesi ile çelişiyorsa orası, yani Müslüman birey inançlarını dolu dolu olarak arzın her yerinde, ama her yerinde, yerine getiremiyorsa, onunla yönetimin problemi var demektir. Çünkü Müslüman’ın zihin dünyası sonsuza göre ayarlanmıştır.
Öyleyse, ülkemizde siyasal arenada araç kavgası yok, amaç kavgası vardır. Amaç ise, köklü değişimler gerektirir. Bunu da gücü olan yapabilir. Ne var ki, güçsüz olanlar “iktidar” da olsalar, “ muktedir” olamazlar. Takıyye yapa yapa gün gelir öz kimliklerini de unuturlar.
Bilmem “ Ergenekon”un Orta-Asya’daki yerle de bağlantısı olduğunu anlatabildim mi?

Not: 13 Kasım Perşembe günü (bugün), saat 19.00’da, Ümraniye Belediyesi Merkez Kültür Salonu’nda “ Mevlâna’da Aşk” konulu konferansım vardır. Dostlara duyurulur.
İrtibat: 0212 443 56 00’dan 196.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız
22 Yorum