“PARİS GÜNCESİ”NDEN
( Paris’te tuttuğum notlardan oluşan “Paris Güncesi”nden bir bölümü okuyucularımla paylaşmak istiyorum.)
Duygularımın harman olduğu bu gece vaktinde, masamın başında yapayalnız kurulmuş, “Sükûtun nabzını” dinlerken, memleketten binlerce kilometre uzakta, Paris’te yurt özlemini demleyerek çayımı yudumluyorum.
Uğruna nice türkülerin yakıldığı, duygu yüklü şiirlerin yazıldığı gurbet, insanı ya öldürür, ya da yetenekleriyle tanıştırır, yani üretken kılar. Yalnızlık kimi zaman dehşet verici bir durum, yerine göre de bir dost kucağı gibidir. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun, “Büyük anlar hep yalnızlıktan yontuldu.” deyişi var ki, gurbette bu söz, ruh yarama adeta merhem oldu, diyebilirim.
Bembeyaz pamuk tarlalarından, hamsi kokan sahillerden, martıların uçtuğu diyarlardan nice insanlar gelmiş ta Paris’e, Berlin’e, Londra’ya, Brüksel’e; Avrupa’ya! Anasını bırakmış da gelmiş; yavrusunu, yavuklusunu koyvermiş memleketinde de öyle gelmiş bu “gâvur diyarı”na. Umut hep aynı: “Birkaç kuruş kazanmak, memlekette başını sokabilecek bir ev yapmak ve ardından memleketine hemencecik dönmek.”
“Gurbetçi” hep bu umutla yaşamış gurbet diyarında, acısını akıtmış yüreğine, mutluluğunu postalamış sevdiklerine.
Fakat beklenen olmamış bir türlü, umutlar sararmış, baharlar hazana dönmüş, eller böğürlerde kelepçelenmiş kalmış öylece. Kimse dönememiş vatanına, yurt edinmiş “el diyarı”nı kendisine, çoluğuna, çocuğuna.
Paris’e nice insanlar gelmiş ülkemden. Osmanlı on yedinci asra kadar elçi göndermemiş hiçbir memlekete, gururundan. İlk elçisi Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’yi Paris’e göndermiş. O gün bugündür, Türk aydınının kıblesi Paris olmuş. Abdullah Cevdetler, Reşit Paşalar, Şinasiler, Agâh Efendiler Paris’ten üflemişler Osmanlı’ya şeytanın soluğunu. Yahya Kemal de, Necip Fazıl da, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil de gelmiş buralara, ama onlar “eve dönmüş” kahramanlar; “müstağrib” değil, “münevver”ler.
Dünyayı gölgeleyen Ulu Çınar’ın köklerini kesen baltanın Paris’te bulunması ve bu baltayı tutan ellerin de Ulu Çınar’ın altında büyümüş olması, doğrusu acı acı yutkunduruyor insanı.
Paris’te rüya göremezsiniz; çünkü Paris’in kendisi rüyadır, bazen bir kâbus gibi biner üzerinize, bazen de usulca ve şeytani bir nefesle sokulur yanınıza. Paris yatağınıza girdi mi, siz artık piçlerin babasısınız; çünkü Paris bir nefs prensesidir, Avrupa da bir nefs-i emmare imparatorluğudur!
Paris’te Müslümanım, Türk’üm ve alt sınıflarda bir insanım. Ben camide namazda ve musalla taşında eşit muamele gören bir kültürden geldim ve buradaki “Narsist- ben merkezli” tutumu çok yadırgıyorum. Şimdi anlıyorum ki, ben ülkemde “oryantalist” bir eğitim almışım, aydınlarımız da “mûstağrib” olmaktan öteye gidememişler.
Bir gün Paris’in ünlü bulvarı Champs Elysee’de yürürken, bulvarın hemen kenarındaki ağaçların altında, yaşı daha otuzuna varmamış bir genç adam namaz kılıyordu! Bu haliyle Paris (içindeki bütün çirkefliğine rağmen) masallardaki halıya binmiş uçuyordu adeta. Gençle tanıştım, Türkmüş ve Sorbonne Üniversitesi’nde sosyoloji okuyormuş.
Jön Türkler geldi aklıma, Paris’in arka sokaklarındaki bitirimhanelerde, kadınların kollarında kafa bularak Osmanlı’yı yıkma planları yapıyorlardı ve bunun adına da “liberte –özgürlük” diyorlardı. Evet, Osmanlı yıkıldı; Avrupa, korkusundan uzaklaştı, özgürlüğüne kavuştu; ama Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu kan ağlıyor. Bir yudum şarap ve bir sarışın kadın uğruna kocaman bir imparatorluk tarih oldu. Önemli olayların altında çoğu zaman çetrefilli nedenler aramak, bazen yanlış yollara götürebilir insanı. Biz hiç duymadık mı Peygamber (as)’imizden, nefsi ıslah etmenin büyük cihad, cephede savaşmanın küçük cihad olduğunu.
Söylenecek o kadar çok şey var ki, geçelim. Paris’in, gökyüzü için kapanan gözleri, yeryüzü için açılmış; İstanbul’un ise yeryüzü için kapanan gözleri, gökyüzü için açılmış adeta. Notre Dame kilisesinde çan sesini duyduğum ilk gün bunu hissettim ben. Çan sesi, ağırlığımı artırarak beni yere daha çok basıyordu; Süleymaniye minaresinden okunan ezan ise, sanki beni kanatlandırıyordu, İstanbul’da.
Bir sonbahar gecesi, odamda... Penceremi, Paris’in sisler arasındaki siluetine açarak... Bütün müzikleri susturmuş, “sükûtun nabzını” dinlerken bütün insanlığı, hatta varlığı içime sığdırabilecek kadar engin bir gönül verdiği için Rabbime şükrediyorum. Paris’te gönül taşıyabilmek dünyanın en zor işidir; çünkü Paris’te aşk yok, şehvet vardır.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT